İlahi Aşkın Sesi Dergisi
Dr. Güldeniz EKMEN

Türk Mûsıkîsi Tarihinde Hacı Sadullah Ağa Problemi

Hacı Sâdullah Ağa’nın yaşadığı III.Selim dönemi(1789-1807), padişahın bestekâr ve şâir olmasından dolayı san’at açısından çok verimli ve parlak bir dönemdir. Devletin siyasî durumu bakımından, yenileşme hareketlerine rağmen, sınırların süratle daraldığı tam bir kargaşa dönemidir. Hatta bu çalkantılar III.Selim’in ve yakın çevresinin sonunu hazırlamıştır. III. Selim, 1807’de tahttan indirilmiş 1808’de ise hunharca katledilmiştir. Yaptığı yenileşme hareketleri mûsıkîye de yansımış, etrafındaki önemli bestekârlarla III.Selim ekolü denilen ve Türk Mûsıkîsi’nin doruğu sayılabilecek III. Selim ekolünün yaratıcısı olmuştur

Hacı Sâdullah Ağa, o dönemin mûsıkî yaşantısına damgasını vurmuş önemli bir bestekâr olmasına rağmen, aynı yıllarda sarayda yaşamış birkaç Sâdullah olması ve bu konuda titiz bir araştırma yapılmaması sebebiyle Türk Mûsıkîsi tarihinde bir problem teşkil etmiştir.

Tarihçi Yılmaz ÖZTUNA, Büyük Türk Mûsıkîsi Ansiklopedisi’ndeki Hacı Sâdullah Ağa maddesine şöyle başlamaktadır: “III.Selim ekolünün en kudretli bestekârı. Aynı devirde yaşamış birkaç Sâdullah Ağa olması ve hepsinin Enderûn mensubu bulunması dolayısıyla, biyografi tespiti pek güçtür ve ayrı bir dakik incelemeye muhtaçtır.”

M.Nazmi ÖZALP ise; XVIII. yüzyılın sonu ile XIX. yüzyılın ilk yarısı içinde Sâdullah, Sâdullah Ağa, Sâdullah Efendi, Hacı Sâdullah Ağa olarak söz edilen bazı şahsiyetlerin hayatlarının ve eserlerinin birbirine karıştığını ve araştırmacıların bu durumu farklı yorumladıklarından bahsetmekte; ağa, efendi, hacı gibi sıfatların gelişigüzel kullanılmasının buna sebep olduğunu söylemektedir.

Bu yazımda, “Hacı Sâdullah Ağa ve Diğer Sâdullah’lar” adlı araştırmam ışığında, siz değerli okurlara hem Hacı Sâdullah Ağa hakkında derli toplu bir bilgi sunmaya, hem de yukarıda anlatılan sıkıntıları, karışıklıkları çözmek için başvurduğum yolları (bu yüzden de, bilimsel bir makalede olmaması gereken birinci tekil şahsı bazen kullanmak zorunda kalarak),kısaca; Sadullahlar maceramı samimi ama bilimsel veriler ışığında anlatmaya çalışacağım.

1989 yılında İ.T.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde San’atta Yeterlik tez konumu seçerken, danışmanım değerli bestekâr ve müzikolog Prof. Yalçın TURA, bana Hacı Sâdullah Ağa konusunu vererek bu önemli bestekâr hakkındaki problemleri çözmemi istedi. Altı ay kadar süren sıkı bir çalışma sonucunda karşıma çıkan birçok Sâdullah ile başa çıkamayınca, başka bir konu üzerinde çalışmak istedim ama hocam ısrarla devam etmem gerektiğini, aksi taktirde bu karışıklığın sürüp gideceğini söyledi. Böylece hayatımda, konuya ışık tutacak bir bilgiye, belgeye rastladığım zaman çocuklar gibi sevindiğim, yakın çevremin Sâdullah ismini duymaktan usandıkları, 1989’da başlayıp 1993’te bitinceye kadar her günü çalışmayla geçen, sıkıntılı ama bir o kadar da zevkli bir Sâdullah macerası başlamış oldu. Bu karışıklığın çözülmesi için, o devirde sarayda Sâdullah adında kim varsa hepsinin hayatını araştırarak Hacı Sâdullah Ağa’nın gerçek kimliğine ulaşabilirim diye düşündüm. Hacı Sâdullah Ağa ile en çok karıştırılan kişi, benim bile zaman zaman ikisi aynı kişi olabilir diye düşündüğüm, sarayda görevli, bestekâr Sermüezzin Sâdullah Efendi’dir. Hepsi saray mensubu olarak görülen, dönemin latîfeli, tarihi kaynaklarından Hızır İlyas Ağa›nın meşhur Letâif-i Enderûn’unda ve eski güfte mecmualarında adı sıkça geçen, yine Hacı Sâdullah Ağa ile hayatı karıştırılan Başçavuş Sâdullah Ağa, Kahvecibaşı Sâdullah Ağa, Hazine Kethudası Sâdullah Ağa ve başka kaynaklarda görülen Sâdullah Ankaravî isimleri bu karışıklığın aktörleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Araştırma, Başbakanlık Devlet Osmanlı Arşivi, Topkapı Saray Müzesi Arşivi, İstanbul Üniversitesi Yazmalar Kütüphanesi, T.R.T Müzik Dairesi Nota Arşivleri, İstanbul Üniversitesi Arel Arşivi, Konya Mevlânâ Müzesi Kütüphanesi başta olmak üzere pek çok arşiv ve kütüphanede yapıldı. Tezin kabul edilmesinin ardından Türk Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi’nde “ Sâdullah Ağa (Hacı)” maddesi olarak yerini aldı.

Hacı Sâdullah Ağa denince aklımıza ilk gelen veya tek gelen bilgi, III.Selim’in gözdesi Mihriban ile yaşadığı aşk hikayesidir. Bu aşk hikâyesi ile ilgili en eski bilgiye Balıkhane Nâzırı Ali Rıza Bey’in Bir Zamanlar İstanbul adlı eserinde rastlıyoruz. Kaynak gösterilmeden, bir hikâye tarzında kaleme alınan bu aşk hikâyesi şöyle anlatılmaktadır:

“..III.Selim, saraydaki musiki hocalarından güvenilir bir zat olan Hacı Sâdullah Ağa’yı cariyelere mûsıkî dersi vermek üzere görevlendirir. Bu dersler sırasında Sâdullah Ağa ile bir cariye birbirlerine âşık olurlar. Bunu duyan III.Selim Sâdullah Ağa’nın idam edilmesini emretse de, padişahın onu çok sevdiği, bu karardan bir gün pişman olacağı ve affa uğrayacağı düşünülerek hapiste saklanması uygun görülür. Birkaç günlük hapis müddetince Sâdullah Ağa meşhur Bayat-Araban takımını besteler ve bu eserler padişahın kulağına gider. Eserlerin kendi hocası olan Sâdullah Ağa’ya ait olduğunu öğrenince büyük bir üzüntü ve pişmanlık duyduğunu gören etrafındakiler Sâdullah Ağa’nın idam edilmediğini hapiste tutulduğunu söylerler. Bu habere çok sevinen III.Selim, onun derhal çıkarılmasını emreder ve cariye ile evlendirir. Üstadın hayatını kurtaranları da ödüllendirir.. (Ali Rıza Bey, Bir Zamanlar İstanbul, 272)”

Bu kitapta Mihriban adı hiç zikredilmemekte, Sâdullah Ağa’nın sevgilisi olarak bir cariyeden söz edilmektedir. Mihriban adına ilk olarak Ziya Şakir SOKU’nun Sâdullah Ağa adlı romanında rastlamaktayız. Ziya Şakir SOKU romanında Mihriban’dan Mısırlı bir rakkase olarak söz etmiş, bu kısma bir not düşürerek, bu bilgiyi Ûdî Ali Rıfat Bey’in (Çağatay) elde ettiği bir vesikaya göre verdiğini belirtmekte, ancak bu vesika hakkında bilgi vermemektedir. Ûdî bestekâr Ali Rıfat ÇAĞATAY’ın elde ettiği vesika acaba bir eser notası mıydı? Çünkü Hacı Sâdullah Ağa’nın meşhur Bayatî-Araban takımının Ağır Semâîsi, ”Raks eyleyecek nâz ile ol âfet-i mısrî” mısraıyla başlamakta; 2. bestede ise Mihriban’ın adı geçmektedir. Ayrıca; ”Gel kucağım tahtın olsun anda eyle saltanat” mısraı ile başlayan Şehnaz-Bûselik şarkısının nakaratında yer alan “Hicrin öldürdü beni Nil’in perisi merhamet” mısraı da Mihriban’ın Mısır’lı olduğuna dair ipucu vermektedir. Eserlerin güftelerine göre fikir yürütmenin ne kadar doğru olacağı tartışmaya açık olsa da, güfte şairleri belli olmayan bu eserlerin sözlerinin, aynı zamanda şair de olan Hacı Sâdullah Ağa’ya ait olduğu ve onun da bu büyük aşkı eserlerinde dile getirdiği düşünülebilir.

Balıkhane Nâzırı Ali Rıza Bey’le başlayan bu bilgi, ondan sonra konu ile ilgili tüm kaynaklarda yer almıştır. Fethiye Yaşar KAM, bu kaynaklardan farklı olarak Sâdullah Ağa’nın, III. Selim’in kız kardeşi Beyhan Sultan’ın sarayında mûsıkî dersi verirken Mihriban’a âşık olduğunu ve Beyhan Sultan’ın gazabına uğradığını anlatır.

Ziya Şakir SOKU’nun romanı esas alınarak, 1950 yılında “III. Selim’in Gözdesi” adlı bir film çevrilmiştir. Bu filmde , Sâdullah Ağa’yı Münir Nurettin SELÇUK, Mihriban’ı Perihan Altındağ SÖZERİ oynamıştır.

Bu bilinen bilgiyi biraz daha derinleştirdikten sonra bilinmeyenlere; daha doğrusu farklı ve tutarsız bilgilere gelelim. Hacı Sâdullah Ağa hangi tarihte doğmuştu, babası kimdi, hangi görevlerde bulunmuştu?

Araştırma yapılan dönemin önemli kaynaklarından Âsım Tarihi ve ondan naklen Cevdet Tarihi’nde yer alan Sâdullah Ağa ile ilgili garip bir hibe olayı konunun aydınlatılması açısından önemli bilgiler vermektedir. (Âsım Efendi, Âsım Tarihi, C.2,54,55) (Ahmed Cevdet Paşa,Tarih-i Cevdet, C.8,196). III.Selim’in annesi Mihrişah Sultan’ın kethüdâsı (kahyası) dönemin renkli şahsiyetlerinden Yusuf Ağa’nın ölümünden sonra eşyaları arasında herkesi şaşırtan bir vesika bulunmuştur. Yusuf Ağa, 1807’de Kabakçı İsyanı’nın ardından Bursa’da öldü rülmüş, başı kesilerek İstanbul’a getirilmiştir. III. Selim’e olan yakınlığını hayatı ile ödemiş, mallarına el konulmuştur. (Uzunçarşılı, Belleten, C.XX/79, 486-95) Eşyaları arasında bulunan bu vesika 23 Ekim 1796 tarihinde düzenlenmiştir. Âsım Tarihi, Cevdet Tarihi ve Mustafa Necip Tarihi’nde yer alan vesikada, Âdem Aleyhisselâm’ın Şit Aleyhisselâm’a ömründen bir miktarını verdiği gibi, merhum Ahmed oğlu Hacı Sâdullah’ın da ömründen yedi yılı, yedi kese akçe karşılığında Vâlide Kethüdâsı Yusuf Ağa’ya hibe etmeyi (vermeyi), kadı ve şahitler huzurunda kabul ettiği yazılıdır. Düzenlenen senetin içinde Rad Sûresi’nden alınan bir bölümle; sonuçta her şeyin Allah’ın takdiri olduğu, O isterse gerçekleşeceği belirtilmiştir. Âsım Tarihi’nde bu senet verildikten sonra konu ile ilgili bazı açıklamalara da yer verilmiştir. Yusuf Ağa’nın nükteden kişiliğinden dolayı şaka yapmış olacağından, Hacı Sâdullah Ağa gibi akıllı, ilim ve dirayet sahibi, güzel sesli, bestekâr, şair ve hâcegândan bir padişah musâhibinin sırf para karşılığı böyle bir olaya karışmasının yadırgandığından söz edilmektedir. “Hüccet-i Garîbe” adı verilen bu olay Avrupa’da bile duyularak şaşkınlık yaratmış; hatta orada bulunan elçilerimizden olayın gerçek olup olmadığı sorulmuştur. (Âsım Efendi,a.g.e.) Enver Ziya KARAL bu olayı, III. Selim devrindeki ulemânın düşüklüğü ve sefilliğine örnek olarak vermektedir. (Karal, III. Selim’in Hatt-ı Hümâyunları,124) Ziya ERKİNS’de, IV. Mustafa’nın bu hüccete çok içerlediğini Kadı Emin Efendi’yi Gelibolu’ya sürgüne gönderdiğini, şahitlere de çeşitli cezalar verdiğini kaydetmektedir.

O yıllardaki Kadı Defterleri’ni inceleyerek bu işin ciddiyetini araştırmaya karar verdiysem de herhangi bir kayda ulaşamadım. Bu olayın bir şaka olduğu da düşünülebilir. Yoksa Yusuf Ağa, hâmisi olduğu Hacı Sâdullah Ağa’ya hibe bahanesiyle maddi bir yardımda mı bulunmak istiyordu?

Böyle bir olayın dönemin tarih kitaplarında yer alması aslında Hacı Sâdullah Ağa ile ilgili ilk güzel bilgileri vermektedir. Artık rahatlıkla Sâdullah Ağa’nın güzel sesli, bestekâr, şair, hâcegândan bir padişah musâhibi, hacı ve baba adının Ahmed olduğunu söyleyebiliriz. Baba adının Ahmed olmasıyla, Nûri Şeydâ’nın 6 Temmuz 1898 tarihili İkdam Gazetesi’nde yayınlanan Sâdullah Ağa makalesindeki Kerim Efendi safsatası sona ermiş oluyordu. Nûri Şeyda’nın makalesinin bu karışıklığın başlangıcı olduğunu düşünebiliriz. İbnülemin Mahmud Kemal İNAL, Nûri Şeyda’nın mûsiki üstadlarına dair gazete ve dergilere yazdığı bilgilerin hatalı olduğunu, uzun inceleme ve araştırma yapılmadan verildiğini söylemesine rağmen (İnal, Son Asır Türk Şairleri,C.7,1249), Hoş Sadâ adlı eserinde Sâdullah Ağa maddesini adı geçen makaleden nakletmiştir.

Baba adı kesinleşen Hacı Sâdullah Ağa’nın doğum tarihi konusunda da kaynaklarda çelişkili tarihler bulunmaktadır. Nûri Şeyda, Hacı Sâdullah Ağa’nın doğum tarihini kaynak göstermeden 1730 olarak vermektedir. Ondan alıntı yapan kaynaklar bu tarihi verirken; Yılmaz ÖZTUNA, Türk Bestecileri Ansiklopedisi’nde 1760 tarihini(76), Türk Mûsikisi Ansiklopedisi’nde(C.2,143) ve Büyük Türk Mûsıkîsi Ansiklopedisi’nde(C.2,248) ise herhangi bir doğum tarihi vermemektedir. Topkapı Saray Müzesi Arşivi’nde, hibe olayının baş aktörü Yusuf Ağa tarafından Sadrazam Yusuf Ziya Paşa’ya yazılmış tarihsiz bir evraka rastladım. Evrakta Yusuf Ağa, Sâdullah Bey’in Kilar-i Hassa’dan olduğunu, yirmi yıldan fazla sarayda emeği bulunduğunu ve musâhiplikle çırağ olunmasını istemektedir (Topkapı Saray Müzesi Arşivi, No:E.2415). Evraktaki bey tabirine fazla takılmadan, çünkü; bey, efendi, ağa gibi sıfatlarla aynı kişi veya farklı kişi olabiliyor, bu konu beni fazlasıyla meşgul etmişti. Onun, Enderûn’daki ağaların bulunduğu, onların kademelerini gösteren koğuşlardan biri olan Kilerli Koğuşu’ndan olduğunu ve buradan emekli olarak padişahın yakınında, onun sohbetinde bulunan bir hoca, musâhip olmak istediğini güvenilir bir kaynaktan öğreniyoruz. Keza; padişaha olan bu yakınlığın, onun musâhibi olarak gerçekleştiğini daha önce dönemin tarihi kaynaklarından öğrenmiştik. Sarayda yirmi yıldan fazla bir süredir emeği olduğu bilgisinden yola çıkarak doğum tarihi ile ilgili bir sonuca ulaşabilir miydim acaba?

Hacı Sâdullah Ağa’nın doğum tarihini tespitte, Şeyh Abdülbâki Nasır Dede tarafından yazılmış dönemin önemli bir müzikoloji kaynağı olan Tedkîk ü Tahkîk’in basım yılı olan 1794’ten de faydalanabiliriz. Şöyle ki; bu eserde Aşîran-Zemzeme makamının halen padişah musâhibi olan Sâdullah Ağa’ya ait olduğu kaydı vardır. (Abdülbâki Nasır Dede, Tedkîk ü Tahkîk,28-b,29-a) Bu da gösteriyor ki; 1794’te yukarıda adı geçen evraktaki istek gerçekleşmiş, Sâdullah Ağa en geç bu tarihte padişah musâhibidir ve hibe olayının gerçekleştiği 1796 tarihinde musâhibliğinin devam ettiğini görmekteyiz. III. Selim’in 1789’da tahta çıktığı düşünülürse, onun bu iki tarih arasında emekli olduğunu anlıyoruz. Saray teşkilatı incelendiğinde Enderûn ağalarının çocuk yaşlarda acemi ağa olarak alındıklarını ve otuz yaşından evvel saraydan çıkamadıklarını, evlenemediklerini, sakal bırakamadıklarını ve emekli olamadıklarını görmekteyiz (gebib, Ekmen, Hacı Sâdullah Ağa ve Diğer Sâdullahlar, 17-22). Sarayda yirmi yıl hizmet vermiş, otuz yaşından sonra da emekli olmuş Sâdullah Ağa’nın 1760’da doğabileceği düşünülebilir. Nûri Şeydâ’nın ve ondan alıntı yapan kaynakların verdiği 1730 tarihi ise saray şartlarına bakıldığında mümkün görülmemektedir.

Hacı Sâdullah Ağa’nın hayatındaki en büyük karmaşa ölüm tarihindedir. Kaynaklarda çeşitli ölüm tarihleri yer almaktadır. Nûri Şeyda sözü edilen makalesinde, Sâdullah Ağa’nın 1801 yılında III.S elim tarafından kendisine bağışlanan konağına çekildiğini ve bundan sonraki günlerini ibadetle geçirirken, 1807 yılında vefat ettiğini yazmıştır. Nûri Şeyda, Sâdullah Ağa’nın doğum tarihi 1730’u hesaba katarak, onun artık ibadetine çekilmiş yaşlı bir kişi olabileceğini düşünmüş olabilir.

Hacı Sâdullah Ağa’nın diğer Sâdullahlarla karıştırılmasının doğumundan bir otuz sene önceden başladığı düşünülürse; ölüm tarihinin de bir o kadar ileriye taşınarak, Sâdullahların neredeyse yüz yılı aşkın bir zaman dilimine yayıldığını görmekteyiz. Başbakanlık Devlet Osmanlı Arşivi’nde bulduğum, altında Sermüezzin Sâdullah Efendi’nin mührü bulunan bir 46 maaş vesikası 1829 tarihlidir. İkisi aynı kişi olsa o tarihte hala hayatta olması gerekir. Bulunan bu maaş vesikasının altındaki mühürde Ahmed Sadullah yazısı okunmaktadır. Mühürde baba adı yazılı ise bu kişi Hacı Sâdullah Ağa’dır, diye bir zaman düşündükten sonra yaptığım inceleme sonucunda mühürlerde baba adının yazılmadığını öğrendim ve o farklı bir kişi olarak Sermüezzin Ahmed Sâdullah Efendi ismiyle tarihteki yerini aldı.

Kaynaklardaki farklı ölüm tarihlerine baktığımızda; İbülemin, Nûri Şeydâ’dan aldığı 1807 tarihinden pek memnun olmamış gibi 1808, 1812, 1819 ve 1853 gibi dört ölüm tarihi daha vermektedir. İbnülemin’le Hacı Sâdullah Ağa problemi iyice büyümektedir (İnal,a.g.e.) Yılmaz ÖZTUNA, iki şâirin düşürdüğü tarihlere istinaden 1801, 1812, 1808 tarihlerini verip, 1817 yıllarında Letâif-i Enderûn’unda hâlâ bir Sâdullah Ağa’dan bahsedildiğini söylemektedir.

Hacı Sâdullah Ağa’nın ölümü ile ilgili olarak, Sicill-i Osmanî’de; mûsıkîşinas, mûsahip Sâdullah Efendi’nin 1808 yılında hocalık rütbesi ile ihraç edildiği, haftasında elinde tabanca kazaen patlayarak vefat ettiği yazılıdır (Mehmed Süreyya, Sicill-i Osmanî,C.3,22). Ayasofya Câbisi Ömer Efendi ise; “Mûsahib-i Şehriyârî’den hâceganlik ile çırağ olunan Sâdullah Bey’in evinde kazaen tabanca uşağı elinde boşanub, efendisinin karnını pârelemekle, efendi, ‘da’va ve nizâ’m bu kadar’ cevabı ile iki gün sonra fevt olmuştur.” diye kaydetmiştir. Kaynakta yaralanma tarihi olarak 15 Eylül 1808, ölüm tarihi 17 Eylül 1808 verilmektedir (Ömer Efendi, Câbî Tarihi,C.1,220). Güvenilir bir kaynaklar olarak kabul edilen Sicill-i Osmanî ve Câbî Tarihi deki bu bilgilerin ışığında Hacı Sâdullah Ağa’nın ölümünün 17 Eylül 1808 tarihinde gerçekleştiğini söyleyebiliriz.

III. Selim’in 1808’de öldürülmesinin ardından ortaya çıkan hibe olayına IV. Mustafa çok içerlemiş, kadıya ve şahitlere çeşitli cezalar vermişti. (Erkins, a.g.e.) İki hâmisi; III. Selim ve Yusuf Ağa’yı kaybeden Hacı Sâdullah Ağa’da hüccete karışanlar gibi bir cezaya mı çarptırılmıştı, hatta öldürülmüş müydü? Kaynaklarda yer alan yaralanma olaylarındaki farklılıklar da böyle bir ölüm şeklinin gerçekleştiğini düşündürmektedir.

Hacı Sâdullah Ağa ile hayatı karıştırılan ve karşımıza birçok ölüm tarihi çıkan Sâdullahlardan Sermüezzin Sâdullah Efendi’nin bu ölüm tarihinden sonra daha uzun yaşadığı, II. Mahmud dönemine sarkarak onun musâhibi olduğunu güvenilir bir kaynak olan Âtâ Tarihi’den öğrenmekteyiz. Aynı kaynakta onun, önemli bir aileye mensup, kardeşinin de meşhur güfte şâiri Enderûnî Vâsıf olduğu kayıtlıdır (Tayyarzâde Ahmed Âtâ, Âtâ Tarihi,C.1,141). Yine güvenilir bir kaynak olan Sicill-i Osmanî’den, Saray’dan musâhiplikle ayrıldığını ve 1845 yılında vefat ettiğini öğrenmekteyiz (a.g.e.,C.4,600). Enderûn’da bestekâr ve musâhip olan Sermüezzin Sâdullah Efendi ile yine Enderûn’da bestekâr ve musâhip olan Hacı Sâdullah Ağa’nın hayatları ve eserleri birbirine karışarak, bu araştırmadaki en büyük problemi oluşturmakta idi. Daha önce Başbakanlık Devlet Osmanlı Arşivi’nde bulunan bir belge üzerindeki mührüyle, Sermüezzin Sâdullah Efendi’nin bir adının da Ahmed olduğundan söz etmiştik. Hacı Sâdullah Ağa III. Selim’in musâhibi, Sermüezzin Ahmrd Sâdullah Efendi II. Mahmud’un musâhibi idi. Ve böylece; ölüm tarihleri arasında epeyce bir yıl farkı da bulunmaktadır. Bu çalışmada iki sâdullahın eserleri kişisel üslûp çalışmasıyla birbirinden ayrılmıştır (gebib, Ekmen,162-165). “Ağa” ve “Efendi” diye anılmalar acaba farklı kişilerin olduğunu mu gösteriyordu? Araştırmamın başında aylarca kafamı meşgul eden bu konu, Enderûn’a alınan ağalardan ilmiye sınıfına geçenlere efendi dendiği bilgisiyle açığa kavuşmuş oldu.

Hacı Sâdullah Ağa ve Sermüezzin Ahmed Sâdullah Efendi’nin birbirlerinden ayrılarak bağımsız birer Sâdullah olmaları bana derin bir soluk aldırmış, sıra Hacı Sâdullah Ağa ile diğer Sâdullah’ların ayrılmalarına gelmişti.

Enderûn’da bulunan ve iki eseri yazma güfte mecmualarında yer alan Başçavuş Sâdullah Ağa, Letâif-i Enderûn kayıtlarına göre II. Mahmud döneminde başçavuştur(serheng). Çavuşluk, Enderûn’daki terfi sistemi içinde mûsıkîşinas ağalara verilen bir pâye idi (Özalp, a.g.e., 8,9). Onun, Letâif-i Enderûn’da 1817 ve 1822 tarihlerinde iki kaydı yer almaktadır; birinci kayıt çavuş ağaların başı olduğu, ikinci kayıt ise çırağ(emekli) olunmasıyla ile ilgilidir (Hızır İlyas Ağa, Letâif-i Enderûn, 256,257). Eski yazma güfte mecmûalarında Evcârâ ve Sûznâk makamlarında iki eserinin güftesi görülmüştür (İst.Üniv.T.Y.,No:5643,45,207). Bu eserlerin notalarına ulaşılamamıştır. Bu bilgilerden, en az 1817 ile 1822 yılları arasında sarayda başçavuş olarak görev yapan, Hacı Sâdullah Ağa ile ilgisi olmayan, bestekâr bir başka Sâdullah Ağa’nın yaşadığını söyleyebiliriz.

O dönemlerde sarayda yaşamış ve kaynaklarda Hacı Sâdullah Ağa ile hayatı karıştırılmış diğer bir Sâdullah, Hazine Kethüdası Hacı Sâdullah Ağa’dır. Hazineden olan Ali Nâfiz Efendi’nin oğludur. Enderûn’da sırkâtibi yamaklığından sonra Hasoda’ya alındı. II. Mahmud’un tahta çıkış tarihi olan 1808’de Kahvecibaşı oldu ve mabeyn dairesinde hizmetinden dolayı mabeynciler arasında yer aldı (Mehmet Süreyya,a.g.e.,C.3,22). Yılmaz ÖZTUNA, mabeynci bir Sâdullah Ağa’nın Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa’yı taltifen kılıç götürdüğünü ve bu sıralarda Sâdullah Ağa’nın hem kahvecibaşı, hem de başçavuş olduğunu söylemektedir (Öztuna, a.g.e.). Ancak, ÖZTUNA tarafından Letâif-i Enderûn’dan alınan bu bilgide geçen şahsın adı Sâdullah değil, Said Ağa’dır (Hızır İlyas Ağa,a.g.e.,60,61). Yeterince karışık olan bu konuya bir de Osmanlıca kaynağın yanlış okunması eklenince Sâdullahlar konusu içinden çıkılmaz bir duruma girmiştir diyebiliriz.

Kahvecibaşı Sâdullah Ağa, 1812’de Hazine Kethüdası oldu (a.g.e.,34). Hazine Kethüdalığı tarihi Sicill-i Osmanî ile tutmaktadır 1817’de emekli edilmiş, 1818’de hacca gitmiş, 1830 tarihinde ise vefat etmiştir. Mehmed Süreyya, bu Hacı Sâdullah Ağa’nın akıllı ve şâir bir zat olduğundan bahsetmektedir (Mehmet Süreyya,a.g.e.,C.3,22). Bestekârlığı ile ilgili bir bilgiye rastlanmamıştır. Topkapı Saray Müzesi Arşivi’nde bulunan bir belgeden bir adının Mehmed olduğunu öğreniyoruz (Zarf No:264/74). Böylece bu Sâdullah, yaşadığı yıl farkı, hâcegandan olmaması ve bir adının da Mehmed olmasıyla Hacı Mehmed Sâdullah Ağa olarak Hacı Sâdullah Ağa’dan ayrılmaktadır.

Hacı Sâdullah Ağa ile karıştırılan diğer bir sâdullah, Sâdullah Ankaravî’dir. Fatin Tezkiresinden öğrendiğimize göre; Ankara ulemâsından Müderris-zâde Abdülkerim Efendi’nin oğludur. Dînî ilimler tahsil ettikten sonra kadılık mesleğine yöneldi. 1813-1821 yılları arasında Ayaş kazasında, 1816-1819 yılları arasında Ankara’da görev yaptıktan sonra Hasköy kazasına tayin edidi. 1826’da Ankara Müftüsü oldu.1842’de Beypazarı, Kalecik ve Çankırı kazalarında görev yaptı. Daha sonra niyabetten çekilerek Ankara’ya yerleşti. 1856’da vefat etmiştir. Dîvan sahibi bir şâirdir (Fatin,Hatimet’ül eş’ar, Tezkire-i Şuarâ-i Fatin,192,193). Nûri Şeyda Hacı Sâdullah Ağa’yı anlattığı makalesinde onun baba adının Kerim Efendi olduğundan söz etmektedir (Nûri Şeyda,a.g.e.). Kendinden alıntı yapan kaynaklar da aynı ismi vermektedirler. Burada bir Kerim Efendi, Abdülkerim Efendi karışıklığından dolayı Hacı Sâdullah Ağa’nın babası bu adla gelmiş olabilir. Sâdullah Ankaravî, 1819’da Evrâk-ı Perîşan adlı bir şiir mecmuası kaleme almıştır (Beyazıd Kütüphanesi, Nadir Eserler,- No:5749). Daha sonra amcası Müderris-zâde Ârif Efendi’nin yazmaya başladığı bir güfte mecmuasını, onun 1848’de ölümü üzerine tamamlamıştır. Sâdullah Ankaravî, amcasının başladığı bu güfte mecmuasını devam ettirerek, geniş kapsamlı ve eşine az rastlanır bir mecmua oluşturduğunu kitabın en son sahifesine düşürdüğü bir notta kaydetmiştir (Sâdullah Ankaravî, Mecmuâ, Millet Kütüphanesi Ali Emîri Manzum Yazmalar, No:732). Onun böyle bir mecmuâ oluşturması için mûsiki ile meşgul bir zat olması gerekir ama bestekârlığına veya eserlerine dair bir bilgi vermemiştir. Yazdığı güfte mecmuasında Sâdullahlar adıyla, beş adet “Sâdullah Ağa”, dört adet” Sâdullah”, üç adet” Hacı Sâdullah Ağa”, bir adet de “Musâhip Sâdullah Ağa” olmak üzere toplam on üç eser yer almaktadır. Bunların farklı Sâdullahların eserleri olduğu düşünülse de Mecmuanın ilk sayfasındaki fihristte tek bir Sâdullah adı verilmiş olup, altına padişah musâhibi olduğuna dair bir not düşürülmüştür. Kendi eseri olsaydı tam adıyla Sâdullah Ankaravî olarak yazması gerekirdi, diye düşünülebilir.

İ.H. UZUNÇARŞILI, Vâlide Kethüdası Yusuf Ağa ve Sâdullah Ankaravî’nin amcası Müderris-zâde Ârif Efendi’nin hayatı ile ilgili yazdığı makalede, bir karışıklığı da UZUNÇARŞILI yaparak, Sâdullah Ağa’nın Ankara’lı bir mûsıkîşinas, sarayda cariyelere mûsıkî dersi veren bir hoca ve padişah musâhibi olduğunu söylemektedir (Uzunçarşılı, Belleten, a.g.m.). Fatin tezkiresinde Sâdullah Ankaravî ile ilgili verilen bilgilerde hep Ankara ve civarında geçen kadılık ve müftülük görevlerinden bahsedilmektedir. Kitaplar 48 yazan bu önemli şahsiyet, böylesine farklı ve önemli görevlere gelseydi bu bilgiler de kaydedilirdi, diye düşünülebilir. Bu araştırmadaki son büyük şaşkınlığımı ve kafa karışıklığımı yine UZUNÇARŞILI’nın adı geçen makalesi ile yaşadığımı söyleyebilirim. Çünkü, daha önce söz ettiğimiz Hacı Sâdullah Ağa’nın musâhipliği için sadrazama ricada bulunan, garip hibe olayının baş aktörü ve Kabakçı İsyanı’nda başı kesilerek öldürülen Valide Kethüdası Yusuf Ağa, Sâdullah Ankaravî’nin büyük dedesidir. Yani, babası Abdülkerim Efendi Yusuf Ağa’nın torunudur. Hacı Sâdullah Ağa’nın hâmisi diyebileceğimiz bu renkli şahıs yoksa kendi soyundan bir Sâdullaha mı yardım ediyordu?

Bu garip tesadüfün şokunu atlatana kadar kendimi bu ailenin içinde, özellikle adı geçen güfte mecmuasını yazmaya başlayan Sâdullah Ankaravî’nin amcası Müderris-zâde Ârif Efendi’nin hayatı ile ilgilenir buldum. Beşiktaş’ta oturduğu evi bile bulduğum birkaç aylık araştırmam sonucunda, Hacı Sâdullah Ağa’ya dönmem gerektiğini nihayet hatırladım (!). Hacı Sâdullah Ağa ile Sâdullah Ankaravî’nin arasında büyük bir zaman farkı vardı. Ankaravî, hayatını Ankara›da geçirmiş, kadılık, müftülük görevlerinde bulunmuş, dîvan sahibi bir şâir ve mûsıkîşinas bir zattı. Enderûn’da ağalığı veya efendiliği ile ilgili tarihî bir belgeye rastlanmamıştır. O sadece, Şair Sâdullah Ankaravî’dir.

Böylece; son Sâdullah da kendi kişiliğini buldu düşüncesi ile bu garip tarihî maceranın sonuna geldim. Ancak; hayatlarının olduğu gibi bestekâr olanların eserlerinin de karıştığı muhtemeldir. Sâdullah güftelerinin yer aldığı; İst. Üni. Türkçe Yazmalar Kütüphanesi’nde bulunan her biri birer san’at eseri değerinde el yazması yedi güfte mecmuasında, Yıldız Yazmaları’nda bulunan Şekl-i Nûr Hanım’a ait el yazması güfte mecmuasında, Abdülbâki Nâsır Dede’nin Tedkîk-u Tahkîk adlı eserinde, Mevlânâ Müzesi Kütüphanesi,2193 no’lu el yazması güfte mecmuasında, Şâir Sâdullah Ankaravî’ye ait 732 no’lu el yazması güfte mecmuasında, Haşim Bey, Hacı Ârif Bey, Ahmed Avni KONUK ve Hasan Tahsin’e ait güfte mecmualarında vs. toplam 245 güfteye ulaşılmıştır. Hacı Sâdullah Ağa adına kayıtlı güftelerin sayısı ise altmış birdir.

Dârülelhân Külliyatı, İsmail Hakkı Bey, Refik Fersan (Leon Hancıyan Külliyatı), Vecihe Daryal nota arşivleri ile günümüz radyo ve diğer nota arşivlerinde yapılan çalışmalar sonucu Sâdullahlara ait toplam otuzdokuz eserin notasına ulaşılmıştır. Sâdullahların hayatlarının olduğu gibi, bestekâr olanların eserlerinin de karıştığı muhtemeldir. Bu araştırma sonucunda; sadece Hacı Sâdullah Ağa, Sermüezzin Ahmed Sâdullah Efendi ve eski güfte mecmualarında bestekâr olarak ismine rastladığımız ancak bu eserlerinin notalarına ulaşamadığımız Başçavuş (Serheng) Sâdullah Ağa’nın bestekâr oldukları anlaşılmaktadır.

Böylece; hayatları gibi, eserlerinin de karışması mümkün olan olan Hacı Sâdullah Ağa ve Sermüezzin Ahmed Sâdullah Efendi’nin bestelerinin incelemesine bakmak gerekir düşüncesiyle yapılan kişisel üslûp çalışması sonucunda, otuz birinin Hacı Sâdullah Ağa’ya ait olduğunu söyleyebiliriz. Bu eserlerin ikisi kâr, on ikisi beste, beşi ağır semâî, yedisi yürük semâî, beşi şarkıdır. Hacı Sâdullah Ağa, III. Selim ekolünün genç bestekârı Hamamî-zâde İsmail Dede Efendi’yi saymazsak bu ekolün zirvesidir diyebiliriz. Hem dehâ sahibi bir bestekâr, hem de III. Selim’in musâhibi ve hocası olması nedeniyle bu ekolün oluşmasında önemli bir işlevi olduğu muhakkaktır. Zamanını ve kendinden sonra gelen bestekârları etkilediği düşünülebilir. Özellikle klasik takımlarında Arazbar-Bûselik, Bayatî-Araban, Hüseynî-Aşîran, Muhayyer Sünbüle, Sabâ-Zemzeme gibi ikili terkiblerden oluşan makamları tercih etmiştir. Mihriban’la olan aşk macerası sonucunda yaptığı rivâyet edilen ve makamı tekrar canlandırdığı söylenen Bayatî-Araban Takımı’da böyle bir makamdır. Abdülbâki Nâsır Dede’nin Tedkîk-u Tahkîk adlı eserinde (a.g.e.,189) ve Hâşim Bey’in Mecmuây-ı Karha ve Nakşıhâ ve Şarkiyât adlı eserinde (80) Aşîran-Zemzeme makamını Hacı Sâdullah Ağa’nın terkib ettiği kayıtlıdır. Ayrıca, bu makamdan bir şarkısı eski bir yazma güfte mecmuasında yer almaktadır (İst. Üni.T.Y.,No.5643,183). Sadece Konya Mevlânâ Müzesi Kütüphanesi, 2193 numaralı defterde güftelerine rastlanan Kürdî-Tâhir makamı da onun terkibi olabilir. Çünkü; kendinden önce ve kendinden sonra herhangi bir kaynakta bu makama tesadüf edilmemiştir. Sâdullah Ağa adına kayıtlı bu üç eser, Kürdî-Tâhir Beste, Kürdî-Tâhir Ağır Semâî ve Kürdî-Tâhir Yürük Semâîdir.

Klasik dönemin birbirine benzer melodik yapıları içerisinde bile az çok farklı kişisel üslûbu dikkati çekmektedir. Eserleri Lâle Devri’nin bir uzantısı görünümündedir diyebiliriz; bilhassa büyük formdaki eserleri kalıplaşmış melodilerle doludur. Melodik yürüyüşler ve melodinin başka perdelere aktarımlarını sıkça kullanmakta; ana temayı genel olarak motif içi gelişmeleri diyebileceğimiz çeşitlemelerle işlemektedir. III. Selim döneminin yenilikleri de göze çarpmaktadır. Hacı Sâdullah Ağa’nın eserleri zaman zaman monotonluktan uzak; renkli, akıcı, yaratıcı ve esprilidir.