İlahi Aşkın Sesi Dergisi
Prof. Dr İsmail DOĞAN

Şiirdeki sosyoloji: Mehmet Âkif ERSOY

Özet

Bu makale Mehmet Âkif Ersoy’un, san’at ve düşünce dünyasında sosyolojik renk ve desenler olduğu varsayımı üzerinde kurgulanmıştır. Eserlerine yansıyan bu desenlemenin sanat yapma ve düşüncede özel ve özgün olma kaygılarından uzak olarak ait olduğu sosyolojinin kültürel dinamiklerine olan sadakatinin bir sonucu olduğu düşünülmektedir.

Eserlerinin sosyolojik bir yaklaşım üzerinden incelenmesi girişimi onu şair kimliğine indirgeyen genel ve yaygın mülahazaları aşma denemesidir.

Anahtar Kavramlar: Âkif Sosyolojisi, Safahat ve Sosyoloji, Seyr-i Tekâmül, Mütefekkir ve Aydınlar, Milli Ahlâk, Vatan, Birlik ve Beraberlik.

Giriş

Geçmişin olaylarının gerçeklikle ilgisinin ancak ait olduğu dönemin koşulları içinde anlaşılması gereği bilimsel yaklaşımın önde gelen bir ilkesidir. Tarihsel olaylar için öne çıkan bu yaklaşım dönemlerine tanıklığı bilinen bilge insanların, düşünce ve san’at adamlarının bu tanıklığa medar olan mesaj ve söylemlerinin bugün için gerçekte ne ifade ettiğinin anlaşılması ve açıklanması da son derece gereklidir. Yeni Osmanlılar olarak bilinen yakın tarihin siyasal hareketi bu açıdan ele alındığında, olayın indirgenmeye çalışıldığı siyasal düzlem dışında Prof. Dr. İsmail DOĞAN Şiirdeki sosyoloji: Mehmet Âkif ERSOY 20 İLÂHİ AŞKIN SESİ kalan farklı ve özgün boyutları olduğu anlaşılır. Mustafa Fazıl Paşa, Kani Paşazade Ahmet Rıfat Bey, Namık Kemal, Ali Suavi, Ziya Paşa vs. Yeni Osmanlı hareketi içinde yer alan ünlü siyaset ve düşünce adamlarıdır. Onları aynı hareket içinde buluşturan ortak amaca rağmen dönemin siyasal ve toplumsal koşullarının neden olduğu kırılgan yapı sebebiyle her biri bu amaç üzerinden (bu amaca rağmen)kısa sürede farklı beklenti ve hedeflere yönelmişler; farklı tercih ve istikametlere zorlanmışlardır. Bu koşulların mahiyetini anlamaksızın başlangıçta ülke ve vatanseverliklerinden kuşku duymayan, birbirlerinin kabiliyet ve mesailerine övgüler düzen bu insanların neden kısa zamanda kıyasıya bir çekişme ve husumet içinde olabildiklerini anlamak mümkün değildir. Grup hareketleri kadar kendilerini herhangi bir grup ve bağlam içinde görmeyen bağımsız ve özgür söylemlerin tahlili de söz konusu yöntemi zorunlu kılar. Söylem dilinin gücü, bireysel heyecan ve çıkışların toplumda yarattığı dalga ve titreşimler üzerinden ulaşılan sonucu tekil bir deneyim olmaktan çıkararak söz sahibini dönemin sosyolojisine yerleştirecek bir öneme sahiptir. Şair İsmet Özel’in yetmişli yılların sonundaki yaşadığı fikir dönüşümü üzerinde yapılan şu değerlendirme burada söylenmeye çalışanı tam olarak açıklar:

“Öyle sanıyorum ki hiçbir yazı, hiçbir araştırma İsmet Özel’in soldan sağa geçiş nedenlerini açıklayacak anılar, izlenimler toplamı kadar ilginç olamaz. Özel, böyle bir şeye girişirse 12 Mart neredeyse sosyolojisine kavuşur.”

Değerlendirme sahibi Selim İleri, İsmet Özel’in fikrî dönüşümünü yetmişli yılların onca çalkantılı ve kaotik siyasal ikliminde karakteristik bir veri olarak öne çıkarmakta, şairin gösterdiği bu entelektüel seçim ve deneyimin dönemin sosyolojisine ilişkin önemli ipuçları içerdiğini iddia etmektedir. Böyle bir tespitin doğruluk payından çok entelektüel ve san’atsal yaşama yaklaşım için gerekli olan bilimsel bir tavır olduğu düşünülebilir. Çünkü yaşadığı dönemde eylem ve söylemleriyle gerçek bir aksiyon adamı olmuş kişilerin benzer bir yaklaşıma konu olmaları geçmişin toplumsal fotoğrafını netleştirmede etkin bir yöntem olarak kullanılmaya 1 Selim İleri, “Ortalık”, Dünya Gazetesi, 27. 01. 1978, s. 2. uygundur. Ne var ki tarihin bu bağlamda öne çıkan toplumsal ve entelektüel figürlerinin genç kuşaklara tanıtımı epistemik ve siyasal kodlamalarla sınırlı kalmaktadır. O nedenle de hem düşünce, hem san’at ve hem de aksiyon planındaki kümülatif bir sinerji ve bunu yaratan toplam kalite, indirgenmiş bir işlevin gölgesinde kalmaktadır. Oysa örneğin onun şairliği, yazarlığı, san’atçılığı ya da sözgelimi siyasetçi olması bu toplam kalitenin sadece bir parçası, tamamlayıcı ve bütünleştirici birer unsurudur. Maalesef yakın tarihimizin birçok düşünce ve san’at adamı bu indirgemeci monografiler üzerinden anlatılmış, bu türden anlatılar da kabul görmüştür. Böyle bir üslubun ve anlatı geleneğinin pratikte karşılığı, kişiler hakkındaki indirgeyici doğrular ve yanlışlarının geometrik tanım denemelerine yol açmış olmasıdır.

Haaa…! O mu? Bırak ya, yaramaz, huysuz adam, geçimsiz adam ve hatta şarlatan… Ya da; Çok iyidir, hoştur, bizdendir, şudur, budur vs…

Yakın tahlilde ise ortaya dökülenler hiç şaşırtıcı değildir. Karşıtlar ve sempatizanlar (taraftarlar) kategorileştirmesini oluşturan bu kanıksanmış ve ironik tabloyu yaratanlar ise duydukları ile okuyup araştırdıklarından (böyle bir dertleri varsa tabi) bilebildiklerinden daha fazla olan bir entelektüel ve kültürel çevrenin mensuplarıdır. Taraftarlığın neden olduğu çekişmeler belirli dönemlerde mayalanmış husumet ve çekişmelerin sonraki dönemlere taşınmasında önemli rol oynamıştır. Karşıtlık, kıskançlık ve düşmanlıkların sebep olduğu ahlâki tehlikeye dikkat çekenler olmuşsa da, Türk düşünce geleneğinde başlangıçların bu menfi rüzgârı varlığını sürdürmüştür. Kişiler ve olaylar hakkındaki yergi ve övgüler böyle bir entelektüel miras üzerinden paylaşılmıştır. Kendisini yaşadığı dönemin böylesi bir münazara ve münakaşanın ortasında bulduğunu düşünen Fuat Köprülü bir mecmuada ölümün ardından, hayatında ancak bir iki defa görmüş bîtaraf, hatta san’atına ve muhtelif telâkkilerine birçok noktalarda muarız, bir adam sıfatıyla, Tevfik Fikret’e yapılan bir ta’rize açıklama (bir çeşit savunma demek daha uy gundur) yapmaktan kendini alamamıştır:

“…Herkes bu türlü tenkitte bulunmakta serbesttir. Lâkin böyle serinkanlı, gayri şahsî bir tenkit ile sövmek arasındaki fark ne kadar büyüktür! Biz din gerisinden millete hitap edenleri herkesten daha nezîh, daha şefîk, daha halîm görmek isteriz. İrşad ve ikaz yerine tel’in ve tekfir usulüne müracaat ederlerse bundan istifade edecek olanlar memlekette kutsî duyguları kaldırmak isteyenlerdir.”

Üstelik Köprülü böyle bir savunma ve açıklamanın Fikret’i yakından tanıyan dostlarından beklenmesi gerektiğini daha mâkul bulmaktaydı.

“Lâkin bütün o dostların ihmali karşısında -bilhassa bu son haksız hücumlardan sonradaha fazla bekleyemedim. Fikret’i ancak bir iki defa görmüş bîtaraf -hatta san’atına ve muhtelif telâkkilerine birçok noktalarda muarız- bir adam sıfatıyla, bu satırlar daha hakikate yakın addolunabilir.” diyerek taraftarlığın kör noktasını da dile getirmekten çekinmemiştir.

Taraftarlığın entelektüel yaşamda karşılık bulmasının elbette birçok sebebi vardır. Ancak bizde bunun önde gelen en önemli sebebi olayların tanıklığını sipariş kaynaklara ve kendilerine sunulan kalıp düşünce ve kalıp yargı paketlerine dayandırma kolaycılığıdır. Böyle bir tercih ise dönemin koşullarını dikkate almayan, olayları adeta tek bir nedene indirgeyen bilim dışı bir alışkanlığa yol açmaktadır. Bilimsel zihniyetten uzak olanların zaten gerçeklik hususunda dertleri yoktur; onlar kendi klanlarında kalmak ve yaşamaktan, kalıp yargılara inanma kolaycılığından memnun olanlardır.

Sosyolojik düşünce ve bakış, toplumsal gerçeklerde derdi doğru bilgi ve hakikat olanların tercihine en uygun yöntemdir. Bu yöntem sadece Türk düşünce hayatındaki perspektif sorunlarına değil, tarihsel, siyasal, kültürel ve ekonomik sorunlarda da gerekli bir tercih, doğru bir seçimdir.

Mehmet Âkif Ersoy’un Sosyolojik Varlığı

O halde nedir Âkif Ersoy’daki hayatı yapıcı kabiliyet, hayat yapıcı ruh?

Onun umur ettiği bir dünya vardı. Niceleri gibi yaşadığı başka, yaptığı başka, söylediği başka şey değildi… Şair kişiliğinden evvel hayatındaki beşeri hasletleri üreten ve geliştiren, kendi gerçekliğini borçlu olduğu bir dünya. Âkif’i sosyolojiye konu yapmak, tanık olduğu bu dünyanın, yine onun kılavuzluğunda peşine düşmek, onun ikliminde seyr ü sefer etmek; onunla birlikte insana, tarihe, yedi iklimli coğrafyaya (Memâlik-i Mahrûsa-i Şâhane’ye=İmparatorluğa), medeniyete, Sina’ya, (Cebelizzyetûn) Ortadoğu’ya, Afrika’ya, Balkanlar’a, Avrupa’ya, Batı’ya ve Batı’nın çoklu yüzüne, ulus devlete ve toplumun merkezine doğru yolculuklar yapmak demektir. Bu bakımdan onun söylemi önce kendine sonra topluma, ülkesine, ülke insanına, İslâm dünyasına ve insanlığa doğru genişler. İnandığını Âkif gibi söyleme deneyi mi ve bu söylemin gücü, işte bu uzun erimli, bu engin atlas üzerinden oluşan vizyonun ürünüdür. Ona bu vizyonu ilham eden de hayatına olanca cesâmetiyle nüfuz eden sosyolojidir, Âkif’in sosyolojisidir. Şair kimliğini aşarak yaşadığı dönemin gerçek bir tanığı haline dönüştüren de onun bu sosyolojisidir.

O halde nasıl bir sosyolojidir bu? Âkif bir sözcü müdür? Dayandığı sosyal zümreler var mıdır? Yoksul, zengin, işçi, köylü, şehirli hangisi daha yakındır ona; sınıfsal bir kaygısı var mıdır? Âkif nasıl bir toplumsal yapının çocuğudur?

Bu sorular onun esrelerine yansıyan sosyolojik desenlemelerinde bulunabilir. Eserlerinde toplumun, ülkenin, insanlığın, medeniyetin, yaşadığı dönemde aldığı görünümlerin sosyolojik bir fotoğrafı çekilir. Bu temayı doğrudan doğruya işleyen manzumelerin dışında, ülkenin geri kalmışlığından, kangren olmuş yaralarından feryat edercesine söz eden mısralarında da, aslında aynı temel hedefe yönelmiştir. Bu itibarla düşünce ve san’atının beslendiği sosyolojik yapının ana unsurları şunlardır: Aile, eğitim, sosyal çevre (mahalle,sokak) profesyonel hayat, ülkenin ve dünyanın genel görünümü. İmge ve terminolojisini üreten ve geliştiren de bu sosyolojik tablodur. Bu çerçevede, Âkif’in düşünce dünyasını inşa eden anahtar sözcük ve terimler de şöyle sıralanabilir: Aile, kadın, eğitim, millet, din ve inanç, hürriyet, istiklâl, kahve, sokak, mahalle, şehir, cemiyet-cemaat, toplum, millet, vatan, medeniyet, adalet, modern hayat, taklit, cehalet, bilim ve teknik, iktisadi hayat, seyr-i tekâmül (sosyal değişme), yenilik-yenilenme, dil ve kültür, münevver-aydın dilemmâsı (düalizmi)dır.

Âkif ve Kuşağının Sosyolojik Koşulları

Bu koşullar zor zamanların, netameli günlerin gölgesindeki bir hayatı anlatır. Sosyal yapının umutsuzluktan sünger gibi delik deşik olduğu zor zamanların yılları. Memâlik-i Mahrûsa-i Şahâne’nin inkıraz, buhran ve melal günleri… Ülke için acının, gözyaşının, yas ve hüzünlerin, ölümün, utancın, şerefin, yenilginin tartışıl23www.ilahiaskinsesi.com maz ve ölçülmez boyutlara ulaştığı doksan üç harbinin gölgesinde geçen ve uzayan yıllar4 . Mehmet Âkif’in kuşağı, 4 milyon 3 yüz 80 bin kilometrekarelik yüz ölçümüyle Roma İmparatorluğu’ndan sonra yeryüzünün gelmiş geçmiş en büyük topraklarına sahip olan bir dünya devletinin hızla çöküşe doğru zorlandığı bir dönemin neslidir. Yaşadıkları ve tanık oldukları bu milli hayat,bu neslin; insanı, toplumu, tarihi, çağı anlamada hâsılı onların bütün bir dünya görüşü üzerinde belirleyici bir etki yaratmıştır. Safahat, sosyalleşmenin bu yakıcı atmosferi üzerinden desenlenmiştir; bu açıdan Safahat gerçek bir sosyolojik malzemedir. Çünkü Safahat koca bir devletin bunalım ve buhranlarının sebep olduğu toplumsal yıkıntıların safha safha anlatılışı, duyuruluşu ve bu yıkıntıların Mehmet Âkif Ersoy’da bıraktığı acı izlerin derlenişi, toplanışı ve tespit edilişidir.

Çağının ve zamanın tanıklığı üzerinden ürettiği soru ve sorgulamalar Âkif’in zihniyet dünyasında önemli yer tutar.Onun bu tanıklığı toplumsal ve siyasal buhranların yol açtığı netâmeli günlerin toplumu ve bu toplumun üzerinde durmaya çalıştığı yapısıdır.

Sosyolojik tarz: Âkif’in Tanık Olduğu Toplumsal Yapı

Toplumsal yapı bir toplumun omurgasıdır. Merkezinde aile kurumunun olduğu bu yapıyı eğitim, kültür, ahlâk, din, iktisat, siyaset, hukuk gibi temel toplumsal kurumlar tamamlar. Temel kurumların bir ya da birkaçındaki olası çözülme ve yozlaşma bütün bir toplum için benzer sonuçları beraberinde getirir. Toplumsal fay kırıklıkları yapının birbiriyle ilintili olan bu gerçekliği üzerinden açıklama bulur. Âkif’in sanat ve düşünce dünyası bir şeylerin iyi gitmediği toplumsal yapının belirtilen bu unsurları üzerinde yoğunlaşır. Bunlar içinde bazen çocuk ve kadın imgesiyle aile, bazen günlük yaşam ve daha çok da müesses nizamın çatırdayan kurumları öne çıkar. Cemiyet her yönüyle onun şiir gücüne mıknatıslanan detaylarını ihtiva eder. Camiler, kahveler, alıcılar-satıcılar, meyhane, içki ve kumarın yol açtığı yaralar,yetimler-öksüzler, dullar, yoksullar ve sefalet, yaşlılar, rüşvet felaketi, faiz faciası… Günlük yaşam onun dilinde olanca renk ve çeşitliliği ile didaktik, yol gösterici ahlaki ve fakat genellikle ironik tahlile konu olur.

Toplumsal hayatın görece bir dinginlik içinde seyrettiği günlerde öne çıkan bu fotoğraf, bu toplumsal tablo savaşların, politik hataların yol açtığı olağan dışı, muhataralı günlerde yerini endişe ve heyecanlara bırakır. Hüzünlerin, küskünlüklerin, hayıflanmaların satır aralarından heyecan ve coşkuya, hareket ve aksiyona, umut ve aydınlığa dönüşen bir şiir ve söylem dili tam da istediği ve hedeflediği gibi kendi toplumun ve insanımızın kalbine düşer.

… Hayatın tüm alanları Âkif’in zihinsel hareketliliğine tempo ve derinlik kazandıran güçlü birer sosyolojik malzemedir. Şair Mehmet Âkif Ersoy bu malzemenin farkındadır ve mümkün oldukça bu hayatın bütün renklerini düşünce İLÂHİ AŞKIN SESİ dünyası kadar şiir ve sanatına da yansıtmıştır. Şiirindeki imge çeşitliliği onun bu hayata tanıklığı üzerinden sosyolojik form ve desenlemelerle yeni ve Âkif’e özgü bir boyut kazanmıştır. Bu aşamada artık o sadece şiirin ve sanatının bakir malzemeleriyle yetinmeyerek ait olduğu hayatın ve bu hayatın şahsında bütün hayatların sesi olmuştur.

Toplumun ve toplumsal yapının temel toplumsal kurumları Âkif’in zihin ve ruh dünyasına kaynaklık eden sosyolojik malzemelerin başında yer alır. Aile, eğitim, din, ahlâk, san’at, iktisat, hukuk/adalet ve elbette bu yapının esas unsuru olarak insan bu kategoriyi teşkil eder. Toplumsal kurumların insana, topluma, ülkeye ve hayata olan etkileri şair ve san’atçı tanıklığının öncelikleri arasındadır. Elbette olayı sosyolojinin ilgi ve problem alanındaki bu kurumlarla sınırlamak yalnızca yaşam pratiklerinin kuşattığı bir dünya ile sınırlı ve o nedenle de usta şairi aidiyetlerinde ve anılarında gezinen biri olarak görme ve tanımlama eğilimini beraberinde getirir. Oysa onun şair tanıklığı ülkesi, milleti, tarihi ve kendi coğrafyası kadar bu coğrafya üzerinde etki ve ilgileri olan yakın ve uzak coğrafyaları, bütün bir dünyayı kapsamaktadır. Bu bağlamda Dünya Âkif’in umurudur ya da Âkif’in umur ettiği bir dünya elbette vardır. Acaba bu nasıl bir dünyadır? Varlığından şüphe duymadığımızı bu dünyayı sadece onun zihinsel hareketliliğine konu olan alanlar üzerinden izleyebilmek mümkündür; ait olduğu sosyolojiyi anlamak ise hareketliliğin nihai hedefini yani düşünce ve san’atının vizyonunu tespitte gerekli olan bir yöntemdir. Bu sosyoloji günlük hayatı geniş bir coğrafya ve engin bir tarih sarmalında içine alan kurumsal ve olgusal unsurları kapsar.

… Ona göre olup bitenler biricik, nevi şahsına münhasır ve benzersiz değildir. Üstelik metafizik anlam da içermezler. Tamamen dünyevi ve anlaşılabilir şeylerdir. Karanlık da, kaos da, zulüm de dünyevidir; kalıcı değildir; çünkü bütün melanetler insan yapımı, insan eylemi ve insan ürünüdür.Bu zeminde Âkif dünyevi olanda toplumsalı görüyor: Bütün olayları toplumsala indirgiyor. Olay ve olguları toplumsal üzerinden açıklama işi de, sebepleri en önemlisinden en önemsiz gibi görünenine kadargözlem altına alma, dikkate alma yöntemidir. Esasen adı sosyolojik bakış olan bu yöntem sosyolojik düşünce sahiplerinin problem tanımı ve problem çözme deneyimlerine istikamet kazandırır. Mehmet Âkif’in gerek onun başyapıtı olan Safahat’ta gerekse yazılı ve sözlü diğer etkinliklerinde bu sosyolojik tarz çok belirgin olarak öne çıkar.

Mehmet Âkif Ersoy’un sosyolojik tarzını fark eden ilk yazar Sezai Karakoç’tur. Şu âna kadar da bu tarz üzerinden Âkif’i anlama ve anlatma çabasına da rastlamadım. Karakoç belirli bir devri/dönemi olanca gerçekliği ile betimleyen Safahat’ı sosyolojik bir bakışla ele alır ve eserin sosyolojik süreçlerini 7 safha olarak tasnif eder.

• Birinci Safahat (Genel sosyolojik çizgiler-Denemeler), • İkinci Safahat (Süleymaniye Kürsüsü’nde) Spekülatif yapı şiirleri, • Üçüncü Safahat, doktrin şiir (Hakk’ın Sesleri) Değer hükümleri, • Dördüncü Safahat (Fatih Kürsüsü’nde) siyasi yapı (Kadro), • Beşinci Safahat (Hatıralar), karşılaştırmalı tarihî-sosyolojik çizgiler, • Altıncı Safahat (Asım), tarihî-destansı yapı, savaş sosyolojisi, potansiyel halinde gelecek zaman, • Yedinci Safahat (Gölgeler), Metafizik.

Safahat’a bu sosyolojik kategorileştirme açısından bakıldığında, bir cemiyet gerçekten belli başlı cepheleriyle ve temel perspektiflerinden tanıtılmıştır, sanki bir plan dairesinde işlenmiştir denilebilir.

Âkif’in bu sosyolojik tarzının iki önemli boyutu vardır: Bunlardan biri ele aldığı konuların bu tarza uygun olan isabetli seçimi. Diğeri de tercihe konu olan olay ve olguların sunum ve tahlili.

Âkif’i sosyolojiye çeken, asıl unsur ise bu tahlilin şiir diline aktarılması ve uyarlamasıdır. Sanıyorum hakkındaki “Türk edebiyatında Âkif kadar hayatı şiire ve şiiri hayata sokmuş bir şair yoktur” değerlendirmesinin çıkış noktası tam olarak budur. Osmanlı-Türk toplumunun ahlâk, din, iktisat, siyaset, hukuk ve kültür ile tüm toplumsal kurumlarını kuşatan bu hayat, şiirlerinin korkusuz söylem gücüne ilham verir. Çünkü bu yapı onun umurudur; bu sokak, bu mahalle, bu şehir, bu koskoca ülke onun sanatının, şiirinin ve düşünce dünyasının hinterlandı, bilimsel dilde karlığı ise evrenidir. Toplumsal kaynaklarından yoksun olan hiçbir aidiyetin değeri yoktur. Ülkemiz demedikçe, memleketim, milletim, vatanım demedikçe, Selimiye, Süleymaniye demedikçe… Çünkü Selimiye Edirne’de, Süleymaniye İstanbul’da durdukça onları oralardan, insanımızı da bu hinterlanttan kimse çıkaramayacak; söküp atamayacaktır. Âkif’in toplumsalına anlam katan, toplumsal aidiyeti kalıcı ve evrensel kılan içtimai merkez, içtimai kaynak millet ve bu milletin tarih ve gelenekle yoğrulan sosyolojisidir.

Aldığı eğitim ondaki bu irfan temelini kuran ve pekiştiren ocaklardan biri olmuştur. Tıpkı sosyolog Ziya Gökalp gibi o da veterinerlik eğitimi aldı ve okulunu birincilikle bitirdi. Onun teknik ve tefahhus (araştırma ve inceleme) kabiliyeti bu mektepte açılmıştır. Bu eğitim ona bir yandan müspet bilimlerle dünyayı tanıyacak bir ufku öte yandan milletini tanıyacak kalıcı bir tecrübenin yöntem ve tekniklerini kazandırdı. Mesleğini icra ettiği Anadolu’da, Anadolu köylerinde halkı ve insanımızı tanıdı. Halkla iç içe ve bu kadar yakın olma, içtimainin merkezi unsurlarını tanıma vesilesi olmuştur. Memleketi yerinde ve yörede tanıma Âkif’in sesini ve şiirini milli mücadelede etkin ve işlevsel kılan önemli bir tecrübedir.

Balkanların, toprak kayıplarının, milli mücadelenin tarihten gelen yükünü derinden hisseden Âkif, milletin mütevekkil ve mütemekkin tavrı karşısında biraz şaşkın, hüzünlü ve öfkelidir. Kaybolan topraklar, küçülen vatan, düşen kaleler, şehirler, teslim olan ordular ve bunlara seyirci kalan millet onu tarifsiz kederler içinde bırakır. Destanlar yaratan, şehamet günleri yaşayan büyük devlet ve milletin bu denli küçülmesine tahammülsüzdür. İmparatorluklar kurmuş, yüzyıllarca şan ve şerefle yaşamış bir

milletin, bir yıl gibi kısa bir zamanda büyük topraklar kaybederek küçülmesi kabul edilebilecek bir durum değildir. Âkif için bütün bunlar milletleri millet yapan birlik ruhunun kaybolmasının sonucudur. Birçok şiiri birlik ruhuna, yeniden millet olma ihtiyacına yapılan bir imdat çağrısıdır adeta. Unsurlara yaptığı şu

çağrıda birlik olma düşüncesi şöyle dile getirilir:

Artık ey millet-i merhûme, sabah oldu uyan! Sana az geldi ezanlar diye ötsün mü bu çan? Ne Araplık ne de Türklük kalacak aç gözünü! Dinle Peygamber-i zişanın ilâhî sözünü. Türk Arapsız yaşamaz. Kim ki “yaşar der” delidir! Arabın Türk ise hem sağ gözü hem elidir. Veriniz başbaşa; zira sonu hüsran-ı mübîn Ne hükümet kalıyor ortada, billâhi ne din! “Medeniyyet” size çoktandır diş biliyor; Evvela parçalamak, sonra da yutmak diliyor.

Sonuç

Safahat’ın genelinden çıkarılan sosyolojik gözlem, tespit ve değerlendirmeler ışığında Âkif’in Türk sosyolojisinin dikkatine sunduğu yapısal sorunların ana unsurları şu başlıklar altında toplanabilir: İnsan, Günlük Hayat/Toplumsal Hayat, Aile, Eğitim, Millî ve Manevî Duyarlıklar. Bu gerçekler ışığında Mehmet Âkif Ersoy’un san’at ve düşünce dünyası gerçek bir sosyolojinin üzerinde gelişmiştir. Bu sosyolojinin iki önemli ayağı vardır;

• Hayatı, kültür çevreleri; kişisel tecrübe ve birikimi ile bu birikimin etki ve izlerini yansıtan eserleri,

• Anlamını tarihten alan güçlü bir sosyolojik yapının kendisine ilham ettiği millet olma ve medeniyet bilinci.

Âkif’in yaşamı Türk tarihinin en sancılı ve ıstıraplı zamanına rastlar. Bu netameli günlerde ülkedeki bütün siyasal ve toplumsal kaosun yarattığı boşluğa, belirsizliklere rağmen o sosyolojisine sadık kalmış bir milletin evladı umudu ve sözcüsü olmuştur. Safahat, hem savaşta hem de barışta umudu hayatın merkezine alan kalıcı mesajlarla yüklüdür. Bu mesajların bugünlere ulaşan boyutunda da sosyologlara bir safahat çağrısı olduğunu düşünmekteyim.

Âkif Safahat’la sosyologlara bir çağrı yapmaktadır. Bu çağrı bizatihi bir safahat çağrısıdır; çünkü safahat sosyolojik bir malzemedir. Safahat entelektüeller, eğitimciler, araştırmacılar ve özellikle sosyologlar için önemli sosyolojik malzemeler sunmaktadır. Bu malzemeler bir araştırmacı duyarlılığı ile sunulmakta; Âkif’in yerinde yaptığı izlenim, gözlem ve tetkikat ustaca şiir diline aktarılmaktadır.

Bu itibarla Safahat’ın ve toplam Âkif söylemlerinin sosyolojik bir açıklama ve araştırılmasına ihtiyaç vardır… Şimdiye kadar bunun yapılmamış, yapılamamış olmasının elbette görünür bazı sebepleri vardır. Her şeyden önce Âkif üzerinde çalışmak Osmanlı Türkçesi’ne vakıf olmayı gerektiriyor. En az bunun kadar gerekli olan bir şey de araştırmacıların eklektik bir formasyona sahip olmaları beklenir. Hemen belirtelim bu gerekliliklerin en başında şu üç husus yer alır;

• Edebi dil ve terminolojiye vakıf olmak, • Tarihsel metinleri okuyacak düzeyde Osmanlı Türkçesi’ne vakıf olmak, Sosyolojik yöntem ve teknikleri kavramsal, edebi ve tarihi metinlere uyarlayabilecek bir sosyoloji formasyonuna sahip olmak.

Ne var ki Türk eğitim sisteminde ve elbette üniversitelerin anabilim dalları düzeyinde bu gerekliliklerin öngördüğü eklektik bilim adamı ve akademisyen yetiştirme konusunda henüz yeterli hamle ve girişimler bulunmamaktadır.