Elaziz’in müftüsü Harput’un en eski ulema ailesinin şöhretli bir âlimi olan Kemâleddin Efendi’nin başından geçen olayın hikayesi.

26 Mayıs 1926… Harput, ahalinin itirazına rağmen hükûmet kararıyla kasaba olmaktan çıkarılarak nahiye seviyesine düşürülür. Bir zamanlar şanlı paşalar, nam salmış valiler tarafından yönetilen “Harput sancağı/ eyaleti” artık bir nahiye müdürü tarafından idare edilecektir… Çünkü son elli senede erimiş, viraneye dönmüş, gençlerin ve memurların Elaziz’e indiği, ancak ihtiyarların ve şehirde işi olmayanların yıkık dökük gölgesinde dinlendiği birkaç mahalleden ibaret kalmıştır.

Elaziz’in müftüsü Harput’un en eski ulema ailesinin şöhretli bir âlimi olan Efendigillerden Kemâleddin Efendi’dir. O da Harput’u terk etmeyenlerdendir. İki erkek çocuğu vardır. Büyüğü Ömer Naîmî, küçüğü Abdülhamid. Büyüğüne dedesinin, küçüğüne babasının adını vermiştir. Çocuklar Ankara’da bir yandan mektepte okumakta, bir yandan her biri küçük bir memuriyete girmiş çalışmaktadır. İkisi de evli, çocukları var. Fakat gurbette aile geçindirmek zor olduğundan çoluk çocuk Kemaleddin Efendi’nin Ağa mahallesindeki konağında kalmaktadır… Kemâleddin Efendi onları gurbette yalnız bırakmamak için istisnasız her hafta mektup yazmakta, mektuplarında Harput’ta olan biten havadisten, siyasi sosyal meselelerden, geçim derdinden, önemli önemsiz, akla gelen her şeyden bahsetmektedir.

7 Haziran 1926… O gün çocuklarından gelen mektuba bir cevap yazar Kemâl Efendi. Mektubunda Harput’un kaza statüsünden nahiyeye düşürülmesi sebebiyle kaymakamın da görevden alındığını, yerine nahiye müdürünün vekâleten atandığını belirten “Avcı kaymakamın vekili keklikdir.” cümlesini kaydeder. “Avcı” dediği kişi avcılığıyla meşhur son kaymakam Kâmil Bey’dir. “Keklik” lakaplı zat ise yine avcı olan ve avladığı keklikler sebebiyle bu lakapla anılan yeni nahiye müdürü Mustafa Bey’dir. Kemâleddin Efendi “Avcı gitti, keklik geldi.” diyerek bir nükte yapmış, hem giden ve gelenin lakaplarına atıfta bulunmuş hem de Harput’un nahiyeye düşürülmesi sebebiyle bir kekliğe dönüştürüldüğünü, yani avlandığını ifade etmeye çalışmıştır…

14 Haziran 1926… Atatürk’e İzmir’de düzenlenmesi planlanan suikast, Atatürk’ün oraya gitmekten son anda vazgeçmesi sebebiyle neticesiz kalır. Bu hadiseyle birlikte memlekette olağanüstü hâl ilan edilir, suikast planıyla alakalı olduğu bilinen veya kendilerinden şüphelenilen kim varsa gözaltına alınır, gazeteler, mektup ve telgraf gibi haberleşme araçları sıkı takibe tabi tutulmaya başlar… Memleket çalkalanmaktadır.

17 Haziran 1926… Suikast meselesinin üzerinden üç gün geçmiş; Kemâleddin Efendi’nin mektubu çocuklara ulaşmıştır. Abdülhamid Efendi babasına cevap yazar. Bir sayfalık kısa bir mektup… Hâl hatır, yaklaşmakta olan Kurban Bayramı tebriki, selam kelam… Bir de babanın “Avcı kaymakamın vekili keklikdir.” şeklindeki nükteli cümlesine esprili bir cevap verir: “Avcının yerine keklik gelmedi, zannedersem baykuş kondu.” Hepsi bu kadar.

“Avcının yerine keklik gelmedi, zannedersem baykuş kondu…” Bu cümlede Harput’un nahiyeye düşürülmesiyle birlikte oranın yıkılışının daha da hızlanacağına atıf vardır. Çünkü kaymakamlık lağvedilince Harput’taki Hükûmet Konağı da kapatılacaktır. Hükûmet Konağının kapatılması demek ahalinin resmî hiçbir işini Yukarı Şehir’de hâlledememesi demektir. Bu da milletin tası tarağı toplayıp aşağıya yerleşmesine yola açacak, Harput nahiyeden mahalleye, müdürlükten muhtarlığa düşecek, topyekun virane olacaktır. Abdülhamid Efendi’nin “baykuş kondu” demesinin tek sebebi budur. Çünkü viranede baykuş olur… Abdülhamid aynı gün mektubunu postaya verir. O zamanlar Ankara-Harput yolu Adana- UrfaDiyarbekir güzergâhından geçmekte, postalar da bu yolla Harput’a ulaşmaktadır. Memlekette olağanüstü hâl olduğundan mektuplar sansür memurları tarafından açılıp okunmaya başlamıştır. Harput postasından Diyarbekir sansür memurluğu sorumludur. Oranın sansür memuru görevi gereği mektupları okumakta, tekrar zarfa koyup torbaya atmaktadır. Sıra Abdülhamid Efendi’nin mektubuna gelir. Memur başlar okumaya: “Muhterem Efendim Hazretleri! 7 Haziran tarihli emirnâme-i âlinizi aldık… Lütuf buyurulan bayramlığı da aldığımızı evvelce arz etmişdim… Ağabeyim ellerinizi öper, imtihanları daha bitmedi… Arz-ı ihtirâm ederim. Avcının yerine keklik gelmedi, zannedersem baykuş kondu. Bayramınızı tebrik ederiz…”

Memur bir an duraksar… Döner bu satırları bir daha okur… “Arz-ı ihtirâm ederim.”den sonra “Avcının yerine keklik gelmedi, zannedersem baykuş kondu.” yazmaktadır. Sonra da “Bayramınızı tebrik ederiz…”

“Allah Allah!” der kendi kendine… “Şimdi bu arz-ı hürmetle bayram tebriği arasındaki cümle nedir? Hürmetle, bayram tebriğiyle “avcının, kekliğin, baykuşun” ne alakası var?”

Biraz daha düşünür… “Yahu!” der, “Yoksa bu bir şifre mi?! ‘Avcı’ İzmir suikastini planlayanlar, ‘Keklik’ Mustafa Kemal Atatürk, ‘Baykuş’ da ‘Bu iş berbat oldu.’ demek olmasın!” Yani “Keklik (Atatürk), Avcının (suikastçinin) yerine (İzmir’e) gelmedi, biz de uğursuzluğa uğradık (baykuş uğursuzluk simgesidir)!”

Evet, şaka değil, memur zavallı Abdülhamid’in yazdığı masumane espriyi bu şekilde tevil eder ve derhal mektuba el koyarak Diyarbekir’deki Üçüncü Ordu Müfettişliği’ne haber verir. Bir araba dolusu rütbeli apar topar postaneye gelir. Memur onlara yukarıdaki paragrafı okuyarak, böyle havadan sudan tebrikten filan bahsedilirken alakasız bir cümlenin araya sıkıştırıldığını, bunun suikast şifresi olabileceğini söyleyerek gelen memurları işin ciddiyetine inandırır! Üstelik mektubun yazıldığı tarih de çok manidardır! Suikast tertibinin üzerinden yalnızca iki-üç gün geçmiştir!

Üçüncü Ordu müfettişliği hiç vakit kaybetmeden Ankara Dâhiliye Vekâletine (İçişleri Bakanlığı) telgraf çekerek bu tehlikeli (!) mektuptan haberdar ve gerekli tahkikatın ivedilikle yapılmasını arz eder! Dâhiliye Vekâleti “Mahrem” (Gizli) kaşesiyle bir üst yazı yazıp mektubu Ankara İstiklâl Mahkemesi’ne gereği için gönderir.

Mektubun Ankara’dan Diyarbekir’e ulaşması, oradan yeniden Ankara’ya gönderilmesi, kurumlar arası yazışmalar derken tarih 24 Temmuz 1926 olmuştur.

Bu bir ayı aşkın zaman zarfında Efendigil ailesi her şeyden habersiz birbirlerine mektup göndermektedir. Fakat ne babanın çocuklara, ne çocukların babaya yazdıkları birbirine ulaşmaktadır. Postanede hepsine “tedbîren” el konulmuştur. O esnada Ömer Naîmî’nin sınavları bitmiş, işinden de izin alarak Harput’a babasının, çoluk çocuğunun yanına gelmiştir. Abdülhamid ise işine gidip gelmekte, gün geçirmekte, yazdığı mektuplarda cevap yollamadığı için babasına sitem edip durmaktadır…

25 Temmuz 1926 Pazar… Ankara İstiklâl Mahkemesi’nin “acil” emri üzerine şafak vakti Abdülhamid’in ağabeyiyle oturdukları Ankara Hacettepe Mahallesi’ndeki eve polisler baskın yapar! Abdülhamid şaşkındır, ne olup bittiğini anlayamamaktadır… Polisler onu tutuklar, evi de didik didik ararlar… Bir çantanın içerisinde babasından gelen mektuplar vardır… Çocuklar Kemâleddin Efendi’nin mektuplarını okuyup çantaya koymuşlardır. Kemâleddin Efendi edebî bir üslup ve zevk sahibidir. Mektuplarında sadece havadan sudan bahsetmez, şiirler yazar, güzel cümleler kurar, nasihatler eder… Bu mektuplar çocukları için bir nevi kılavuz gibidir. Onlar da bunun şuurunda olduklarından mektupları okuduktan sonra muhafaza etmişlerdir. Bunların bir gün bütün aileyi geri dönülemez bir çıkmaza sürükleyeceğini nereden bileceklerdir…

Mahkeme yetkilileri Abdülhamid’i gözaltında tutarken bir yandan da çantadaki mektupları okurlar! Aman Allah’ım! Bir de bakarlar ki esas hadise burada… Müftü Kemâl Efendi’nin mektuplarında neler var neler! Halifelik kaldırılmış, Kemâl Efendi çocuklarına üzüntüsünü yazmış… Medreseler kapatılmış, aynı zamanda müderris de olan Kemâleddin Efendi bu karara tepkisini dile getirmiş… Şapka inkılabı yapılmış, Kemâl Efendi bir müftü olarak bu yaştan sonra sarığı söküp şapka takamayacağını kaydetmiş. Ankara İstiklal Mahkemesi savcısı Kılıç Ali “Bak sen şuna!” der, “Hem Cumhuriyet müftüsü hem de inkılaplara karşı!”

Polisler evde bir de kırmızı kaplı bir defter bulmuşlardır. Defter Ömer Naîmî’nin şiir defteridir. Ömer Naîmî oraya hem kendi şiirlerini, hem babasınınkileri yazmış, hem de sağda solda okuyup beğendiklerini eklemiştir. Zaten Ankara’ya gelmeden önce Harput’ta edebiyat hocalığı yapmaktaydı. Abdülhamid’in aksine şiire hevesli, kabiliyetli, edebî zevki olan bir gençtir. Fakat şiirlerin çoğunda kendisini zora sokacak mevzular ele alınmış… Sarığa methiye var, medreseyi övme var, dönemin maarif idarecilerini tenkit var, Cumhuriyet Halk Fırkası’nın Elaziz mebuslarını yerden yere vurma var…

Bu yazılanların yanında Abdülhamid ve “şifresi” artık o kadar önemsiz kalır ki! Ankara İstiklâl Mahkemesi Elaziz’de kurulu Şark İstiklâl Mahkemesi’ne “çok acil” bir telgraf çeker! Müftü Kemal Efendi’yle orada izinde olan oğlu Ömer Naîmî’nin nerede iseler derhal yakalanmalarını, evlerinin didik didik aranmasını, ne bulurlarsa hepsini toplamalarını, akraba ve arkadaşlarının takibe alınmasını, şüpheli kim varsa tamamının sorgulanmasını ister.

Kemâleddin Efendi’yle Ömer Naîmî’nin dünyadan haberi yoktur. O günlerde damatları Gürün savcısı Şefik Bey de hanımıyla (Kemal Efendi’nin kızı Râşide Hanım) Harput’a gelmiştir. Evde çocukların bir arada olmasının verdiği bir sevinç, Abdülhamid’in tek başına Ankara’da kalmasının yarattığı burukluk vardır. Herkes bir arada, geleceğe dair planlar yapmaktadır… Damat Şefik Bey Gürün’de bunalmış, büyük bir şehir merkezine tayinini aldırmak için uğraşmaktadır. Ömer Naîmî yarınların şanlı bir hukukçusu olmanın hayalini kurmakta ve babasını çoluk çocuğu Ankara’ya götürmesine izin vermesi için ikna etmeye çalışmaktadır. Kemâl Efendi onlardan ayrılmak istememekte, giderlerse kendisi gibi hasta ve ihtiyar hanımıyla konakta bir başlarına ne yapacaklarını söylemektedir… Ayağına siyah bir ip bağlayıp gezen, soranlara da “Babam gele diye bağladım aa!” diyen Nebîhe ipi çözmüş babası Ömer Naîmî’nin kucağından inmemekte, Esad babasının kendisine aldığı Ankara lastiğini giymiş, kuzeni Talat’a göstererek “Bak, babam bana almış!” demekte, onlar cıvıldadıkça etraf şenlenmektedir…

27 Temmuz 1926… Öğleden sonra saat 1 suları… Ankara’nın “acil” kodlu emrini alan Şark İstiklâl Mahkemesi yetkilileri derhal Elaziz Bölük Komutanına gereğini yapması için emir verirler. Bölük komutanı, komiser, polisler, jandarma yetkilileri, Harput Nahiye müdürü ve muhtardan oluşan kalabalık bir resmî heyet onları tutuklamak üzere Yukarı Şehre çıkarlar. Çarşıda eniştesiyle dolaşan Ömer Naîmî’ye rastlarlar. Derhal etrafını sarıp yakalarlar ve onu da yanlarına alarak konağa, Kemâl Efendi’yi derdest etmeye giderler… Kemâl Efendi konağın önünde elleri bağlı Ömer Naîmî’yle emniyet kuvvetlerini görünce başından aşağı kaynar sular dökülür! Onu da hemen gözaltına alırlar. Bir grup onların başında beklerken diğer grup dokuz odalı konağı didik didik arar. Kemâl Efendi’nin evinde dedelerinden intikal etmiş tarihî kitaplar, kapatılan medreselerinden eve getirdiği zengin ve çok kıymetli bir kütüphanesi vardır. Bakarlar ki bu evrak incelemekle bitmeyecek, zanlıları Elaziz’e nezarethaneye atar, ertesi günü binlerce kitaptan oluşan bu koleksiyonu tek tek karıştırırlar, sayfaların aralarında, çekmecelerde, kıyıda köşede “yazı” namına toplanabilecek ne varsa toplarlar, torbalara doldururlar. Kitapları mahkemeye taşıyamayacakları için onları konağın bir odasına yığarlar, ne tür kitaplar olduğu hakkında bilgi verecek bir heyet oluşturuluncaya kadar kapıyı kilitleyip mühürler…

Elaziz bu haberle çalkalanmaktadır… Ulusal Hâkimiyet-i Milliye gazetesi bunu ilk sayfadan haber yapar. Artık iş “avcı”dan “keklik”ten çıkmış, sanıklar “hükûmetin meşrûiyet ve teşekkülüne muhâlefet, hilâfet makamına sadâkat, şapka kanunundan memnuniyetsizlik” “suç”larıyla itham edilmiş ve bu suçlara binaen hapse atılmışlardır… Şark İstiklâl Mahkemesi durumdan Ankara’yı haberdar eder. Ankara İstiklal Mahkemesi bunun üzerine Abdülhamid’i dosyası ve “suç malzemesi mektuplar”la birlikte Elaziz’e sevkeder.

Şark İstiklâl Mahkemesi savcısı Ahmet Süreyya Bey [Örgeevren] 45 maddelik uzun bir iddiânâme hazırlar. 18-20 Ağustos 1926’da Kemâl Efendi ve çocuklarının ifadeleri alınır. Mektuplar didik didik okunmuş, “şüpheli” bulunan “satırlar”ın altı kırmızı kalemle çizilmiş ve bunların tamamı iddianameye eklenmiştir.

4 Eylül 1926… Kemâleddin Efendi ve çocukları mahkeme huzuruna çıkarılır.

Kemâleddin Efendi hem sorgu esnasında hem de mahkemedeki savunmasında Cumhuriyet’e bağlı bir müftü olduğunu ısrarla vurgular. Mektupta yazılan şeylerin anlık üzüntüden kaynaklandığını söyler. Gerek Ankara’dan gerekse Elaziz valiliğinden gelen her talimatı uyguladığını, Cumhuriyet idaresi ve inkılaplarıyla bir derdinin olmadığını ifade eder. Şeyh Said İsyanı esnasında şehrin önde gelen eğitimci kadrosunu konağında saklayarak asilerden koruduğunu, hatta Atatürk’e suikast haberini alınca bu olayı lanetlediği bir şiir kaleme aldığını hatırlatır. Mektuplara yazdığı şeyleri aşikâre etmediğini, herhangi bir yerde yayımlamadığını, kimsenin bunlardan haberdar olmadığı için bir infial de oluşturmadığını, bunların baba ile oğul arasındaki dertleşmeler kabilinden olduğunu belirtir. “Söz var halk içinde söylenir, söz var hulk içinde söylenir…” lafını doğrularcasına yaşanan gelişmeler karşısındaki ruhsal sarsıntılarını yalnızca oğullarıyla paylaşmakla yetindiğini anlatır. Fakat ne söylerse söylesin Mahkeme Heyetini ikna edemez. Çocukları yaşındaki heyet üyelerinin kaba davranışları bir yana bir kısmından azar bile işitir. Halka açık şekilde yapılan yargılamada seyircileri göstererek ona “Çocuklarının fikrini zehirlerken toplumdan ve yediğin ekmekten utanmıyor musun?!” diye çıkışırlar. Bu cümle koca müftü efendiye ölümden ağır gelir…

Ömer Naîmî ise yazdığı hiçbir şeyin arkasında olmadığını, onları gençlik hevesi ve anlık kızgınlıklarla yazdığını söyler. “Ölsem de bu sarığı çıkarmam başımdan” demişim ama, bakın şimdi hem sarığım yok, hem sakalım, hem bıyığım. Fotoğraflarımda gördüğünüz gibi şapka da takıyorum.” der. “O yazdıklarım aşırı stres sonucu ortaya çıkmış hezeyanlardır.” der, hatta “bu yazdıklarıma bir iki kadeh alkolün de tesiri olmuştur.” diye ilave eder!

Abdülhamid’e gelince… Esprili cümleyi o yazmış ama kabak babasının başına patlamıştır. Çünkü kendi yazdığı mektuplarda bir şey yoktur. Zaten mahkemeye sunulan istihbarat raporlarına göre onun dinle diyanetle de pek alakası yoktur. Ankara’da bir yandan çalışırken bir yandan da tabir yerindeyse “gençliğini yaşamakta”dır! Ona “avcı-keklik” meselesini sorarlar, o da dili döndüğünce anlatmaya çalışır. Hatta biraz zorladıklarında “Ne bileyim işte, babam yazmış, ben de onun nüktesine nükteyle cevap verdim. Ona sorun niye öyle yazmış!” der.

Sonuç… Abdülhamid hiçbir ceza almaz, beraat eder. Ömer Naîmî’nin yazdıkları gençliğine verilir. Ağır bir ceza almaz. Sadece Ankara’daki okuluna (hukuk mektebi) devam etmesi şartıyla okul bitene kadar Ankara’da ikameti zorunlu tutulur. Yani denir ki “Okulun bitene kadar buralarda görünme, git oku!”

Kemâl Efendi’ye gelince… Bir espri ile hayatı alt üst olmuştur. – Müftülükten alınır. – Samsun’a sürgün edilir. – Bütün maaşına, tahsisatına el konur. – Konağı ve bir bahçesi dışındaki gayr-ı menkulü cebren Muhâsebe-i Husûsiyye’ye (İl Özel İdâresi) devredilir. – Mektupları ve alıkonan diğer evrakı kendisine verilmez; “devlet sırrı” kapsamında mahkemenin arşivine kaldırılır ve arşiv kapatılır. Neler yoktur ki o evrak arasında! Dedesinin el yazıları, babasına ve kendisine gelen 40-50 yıllık mektuplar, kendi notları, şiirleri… Hiçbiri iade edilmez.

Kendisi de hanımı da hastadır. Buna rağmen emir icabı vakit geçirmeden Samsun’a gönderilir… İki yıla yakın sürgün hayatı yaşar.

Müftülükten azli sebebiyle Diyanet Reisine yazdığı itiraz dilekçeleri cevapsız kalır. Üstelik Reis Rıfat Bey (Börekçi) Kemâleddin Efendi’yi çok iyi tanımakta ve ona hürmet etmektedir. Ama insan düşmeye görsün işte… Dostluklar eskir, arkadaşlıklar biter, muhabbet faslı kapanır. Kemâleddin Efendi dilekçelerine cevap alamayınca emekliliğini ister. Bu defa da emeklilik dilekçesi çalıştığı gün eksiltilerek işleme alınır ve en alt limitten emekli edilir… Şairin dediği gibi Şu ellerin taşı bana hiç değmez İlle dostun gülü yaralar beni…

Suçsuz olduğuna dair TBMM’ye, Dâhiliye Vekâleti’ne gönderdiği dilekçelere de cevap verilmez. 1927’nin sonlarında örfî idare kalkınca cezası düşer, Elaziz’e döner. Fakat ne Harput eski Harput’tur, ne Kemâleddin Efendi eski Kemâleddin’dir… Kırgındır, incinmiştir… Uzlete çekilir. Geriye kalan hayatını uğruna gözünün nurunu kaybettiği kitaplarına ayırır. Gece yarılarına kadar odasında kitaplarıyla meşgul olur. Kendisinden ilim öğrenmek isteyen birkaç gence gizli gizli ders verir. Hastalığı ziyadeleşmiştir. Mide rahatsızlığına ve şekerine prostat kanseri de eklenir… Hanımı vefat edince ona bakacak kimse kalmaz. Bunun üzerine Hukuk Mektebini bitirip kısa bir süre savcılık yaptıktan sonra istifa ederek Elaziz’de avukatlık yapmaya başlayan oğlu Ömer Naîmî onu yeniden evlendirir… Geleni gideni pek yoktur… Ara sıra yanına uğrayan olduğunda çok sevdiği şu beyti tekrarlar: Hoş ol dem ki ser-i bâlînime dildâr gele Pürsiş-i hâtır-ı bîmârım içün yâr gele (O ne güzel bir andır ki yastığımın ucuna sevdiğim gele… Hasta hâlimi sormak için cânânım gele…) Yalnızlığını kırk yıllık dostu İbnülemin Mahmud Kemal Bey’e gönderdiği mektuplar vasıtasıyla gidermektedir. Ona yazdığı son mektubu “Küllü men aleyhâ fân: Yeryüzünde bulunan her şey fânidir…” âyetiyle bitmektedir. Mektubun üzerinden birkaç ay geçmiştir. Takvimler 2 Şubat 1936’yı gösterirken Kemâleddin Efendi’nin bu dünyadaki nöbeti tamamlanır. Aziz naaşı çok soğuk bir havada binlerce insanın omuzlarında Harput’a çıkarılır, babasının ve dedesinin yanına defnedilir.

Kemâleddin Efendi Elaziz’in halk tarafından seçilen son müftüsüydü. O zamanlar şehrin ileri gelenlerinin reyiyle ilk üçte yer alan adaylar Valilik tarafından şeyhülislama bildirilir, şeyhülislam şehir namına valinin de görüşünü alarak genellikle birinci adayı müftü tayin ederdi. O da bu usulle seçilmişti.

Vicdanlı, merhametli, ağırbaşlı, mütevazı, gözü gönlü tok, gerçek bir âlim olan Kemâl Efendi “din” ile zenginleşen tacirlere inat hayatı boyunca bu yolla gelecek paraya mesafeli olmuştur. Neredeyse her mektubunda çocuklarına tavsiye ettiği şey iktisatlı davranmak, israf etmemektir. Zira aybaşını zor getirmekte, borçlarını ödemekte bile zorlanmaktadır. Samsun’daki sürgünü tamamlandığında Harput’a dönecek parası yoktur. Ulaştığım bir havale makbuzuna göre oranın tüccarlarından olan Yılancızade Şükrü’den 30 lira borç almış, yol masrafını onunla karşılamış, Harput’a gelir gelmez de bir yerlerden para tedarik edip borcunu göndermiştir.

Ne yazık ki Elazığ’ın diğer manevi büyüklerinin uğradığı akıbete Kemâl Efendi de uğradı. Ne hatırasını yâd eden kaldı, ne ondan bahseden… Şimdi Harput’ta bir badem ağacının gölgesindeki mezarında huzurla uyuyor…