Deprem; bir şeyi hareket ettirmek, sarsmak ve vurmak anlamında olup, yerküresindeki fay kırılmasıyla birikmiş enerji ve gazın boşaltılıp, daha büyük FELAKETLERİN önlenmesi için yeraltının ferahlatılmasıdır.
Deprem bir, kaos değil kozmostur. Felaket değil, yerküreyi ferahlatma aracıdır. Düdüklü tencerenin buharını alıp tencereyi patlamadan kurtaran düdüğü gibi yerküreyi patlamaktan ve yok olmaktan kurtaran SÜNNETULLAHDIR (doğa olayıdır).
Allah (cc), Hz.Kur’an’da; “Yer o dehşetli sarsıntısıyla sarsıldığında ve yer ağırlıklarını dışarı attığında.” (Zilzal Suresi 1, 2. Ayet) buyurarak bize DEPREMİ haber veriyor.
Dünyada, insan yaratılmadan önce var olan depremi tehlikeli yapan; ESBÂBA tevessül etmeyen, tedbirde gecikip kusur eden, mütevekkil olmayan insanlar ve özellikle de görevlerini ifada, ihmal ve terahi gösteren İMZA sahibi yetkili ve uygulayıcılardır.
Türkiye büyük (%92) deprem riski altında olup, TOPLAM 18 İLİMİZ; (Aksaray, Yalova, Bolu, Bursa, Sakarya, Kütahya, Denizli, Balıkesir, İzmir, Aydın, Muğla, Erzurum, Kahramanmaraş, Elazığ, Bingöl, Hakkari, Hatay, Eskişehir) DEPREM FAY HATTI üzerindedir.
30 Ekim 2020 tarihinde İzmir’de meydana gelen depremde, en çok yıkım ve can kaybının (deprem merkezine en uzakta olmasına rağmen) olduğu Bornova ve Bayraklı yerleşim alanları, 1850 yıllı öncesi HALKAPINAR isimli gölün bulunduğu çürük zemin üzerinde kurulmuştur. 17 Ağustos 1999’daki depremde de, 17.480 insanımız ölmüş ve binlerce insanımız da yararlanıp mağdur olmuştur.
3194 sayılı İmar Kanunu’nda, yapılacak binalarla ilgili olarak depreme dair Jeolojik (zemin ve yer) etütle ilgili maddeler, 1999 depreminden sonra yer aldı. Belediyelerde deprem ile ilgili konularda (Jeolojik deprem -zemin- etüdü, dayanıklılık, toplanma yerleri vb.) görevli deprem müdürlükleri kuruldu.
4708 sayılı Yapı Denetimi Hakkında Kanunun, Zemin (yer bilimleri) ve Yapı Denetimi Kanunu olarak düzenlenmesinden sonra Yapı Denetimi Firmalarında Jeoloji Mühendisi zorunluluğuna yer verilmiştir. Mezkûr Kanun ve Yapı Denetimi Uygulama Yönetmeliği’ne göre; inşaat zeminleriyle ilgili olarak depreme dayanıklılık (fay hattı ve zemin yapısı) raporunun, ön şart olarak verilmesi gerekmektedir.
Deprem riski yüksek Japonya gibi gelişmiş ülkelerde; DEPREM KIRILMA (fay hatları, koruma, kollama, yapılaşma vb.) HATTI KANUNU vardır. Yerleşim ve yapılaşma bu kanun hükümlerine göre yapılmaktadır.
Ülkemiz deprem bölgesinde olduğu hâlde bizde niçin, AFET BAKANLIĞI ve deprem kırılma (fay) hatları ve yerleşim yerleriyle ilgili böyle bir kanun HÂLÂ YOK? Bunu anlamak mümkün değil!…
Unutmayalım ki; candan evlası ve önemlisi yoktur. Kaderimiz niyetimize, niyetimiz de gayret ve amelimize âşıktır.
3194 sayılı İmar Kanunu, Bina Deprem Yönetmeliği ve Tebliği’nin ilgili maddelerine göre belediyelerin; İNŞAAT PROJESİNİ, arsaya ait Deprem Zemin ve Bina Etüt Raporu olmadan kabul etmemesi gerekmektedir. Buna rağmen projeler belediyeler tarafından maalesef kabul edilip, denetim kuruluşlarınca incelenmesi için havuza gönderilmektedir. Yapı Denetim Kuruluşları da, statik hesaplarının denetimini zemin gerilim katsayısına göre yapacağından sözü edilen raporu istemektedir. Ancak raporun hazırlanması 15-20 gün sürdüğünden, yapı sahibi veya müteahhit bu raporu almak istemiyor. Ayrıca belediyeler de (ihmal ve oy kaygısıyla) yapı sahibi veya müteahhidi sıkıştırmak istemiyorlar. Kaldı ki, hâlâ hiç jeoloji ve jeofizik mühendisi (istihdam etmeyen) olmayan belediyelerimiz var.
İşin bir başka tarafı da ilgili imza sahibi YETKİLİ KURUM ve KURULUŞLAR tarafından, kendilerine gelen projeler; yerindelik, zemin ve inşaat denetimleri sağlıklı, fiili ve mutat olarak yapılmamaktadır. Ayrıca ilgili Bakanlıklar da yeterince, (İçişleri ve Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği) konuya ilişkin (en azından deprem riski yüksek olan yerlere öncelik vererek) yıllık mutat Teftiş Programlarıyla, yeterince teftiş ve denetim yapmıyorlar!…
Velhasıl, depremle ilgili kanunlara, yönetmeliklere ve tebliğlere yani MEVZUATA, ilk başta merkezî ve yerel (Belediyeler başta olmak üzere) kamu kurum ve kuruluşları, sivil toplum kuruluşları uymadığı gibi, maalesef VATANDAŞLAR da uymuyorlar. Binalarda deprem mevzuatı ve inşaat statiğine ve Planlı Alanlar İmar Yönetmeliği hükümlerine aykırı (kolon kesme vb.) tadilat ise hiç kimsenin umurunda değil.
Depremden sonra tüm Kamu Kurum ve Kuruluşları, Sivil Toplum Kuruluşları ve vatandaşların yani YÖNETEN ve YÖNETİLENLERİN gösterdikleri duyarlılığı; (Allah’ım, c.c. cümlesinden razı olsun) depreme karşı tedbir alınmasında ve yapılan inşaat ve tadilatlarda da görmek, arzu ve isteklerimle.
Büyük geçmiş olsun TÜRKİYEM!
Ölenlere rahmet, yaralılara acil şifalar ve yakınlarına da sabırlar diliyor, tüm kurtarma ekiplerine ve emeği geçen herkese teşekkür ediyorum. Selamun aleyküm.
DEPREM VE BİZ
Aşağıda merhum Üstat Sezai Karakoç’un 1966 yılında Varto’da meydana gelen şiddetli deprem münasebetiyle kaleme aldığı yazısı günümüzde bile güncelliğini koruduğu için sunulmuştur
“Ölenler, sonsuzluğun üstünden eğilerek çocuklarının, annelerinin, kadınlarının, dedelerinin kulağına fısıldayacaklardı: “Durun. Birdenbire hiçliğe çarptık. Varlığı bulduk. Biz, dağılan kitabın uçuşan yapraklarıysak, siz de orada kalan yapraklarısınız. Yaprakların toplanıp kitabın yine kitap yapılacağı gün gelecektir. “Varto depremini bütün basın, sosyal açıdan ele aldı. Doğru elbet. Ama Varto felaketinin bizdeki yankısı nasıl ki daha çok ve ana ilişkisiyle metafizikse, çıkış noktası ve bağlanacağı kök de metafiziktir. Ölenle ölmedik, yakınını yitiren gibi ağlamadık, aç kalanla aç kalmadık ama bir bakıma, bunların ötesine geçtik. 3500 kişiyi, bizim gibi düşünen, konuşan, şakalaşan canlı kanlı kişileri, dünya ötesi kudret, birden çekip aramızdan aldı ve biz bunu duyar duymaz yalçın bir duyguyla ürperdik, yaşantıdan ötede, düşünceden ötede, deneyden ilerde metafizik bir kaygıyla sarsıldık. Metafizik, hiçbir zaman bu kadar aktüel ve günübirlik olmamıştır.
Çıkan sesimiz yavandı. Bir parti dili, bir miting mantığı taşıyordu. Buna alışmışız çünkü. Oysa olayın dili, tâ dipten gelen bir sarsış, ilk çağa ait bir kelime veya apokalips (kıyamet) diliydi. Mantığıysa determinizmin (tayin. belirleme) bittiği sınırda başlayan, bize bir absürdite (saçma) kıvrımı gibi gelen, ölüm meleğinin kanadındaki şiddetin mantığıydı. On sekiz çocuğunu birden vermiş yaşlı ananın acısı, hangi ekonomik ve sosyal problemdir? Ya altı aylık çocuğun tonlarca yıkıntı altında yaşama sıcaklığını koruyarak mışıl mışıl uyuyuşuna ne denir?
Evet, tedbir gerekli, sağlam yapı şart. 10 derece gücündeki bir depreme dayanıklı ev yapılsın, diyelim. Ama 12 derecelik bir depremin gelmeyeceğini kim temin edebilir? Sözümüz yanlış anlaşılmasın ve istismar edilmesin. Hiçbir şey yapmayalım demiyoruz. Elimizden geleni yapmalıydık ve yapmalıyız. Ve yapmadığımız için hepimiz suçluyuz. Yapılanın olanı önleyeceğinden değil, bize düşeni yapmadığımızdan ötürü suçluyuz. Ama daha büyük suçumuz, olan olup bittikten sonra bile meseleyi anlamamakta ayak direyişimizdir, katı yürekliliğimiz, inanç tutukluğumuzdur. Elden gelen her tedbir alındıktan sonra, olanı asıl kaynağına bağlayarak Allah’a tam bir inançla teslim olmak gerekir.
Felakete uğrayanlardan sağ kalanlar, tam bir tevekkül içinde, bizim bu teslim oluşumuzda mümkün olan avunmayı bulacaklar, onlar da aynı teslim oluşun sessizliği ve derinliği içinde bizi bırakıp öteye geçenlerin ruhlarıyla konuşacaklardı. Ve ölenler, sonsuzluğun üstünden eğilerek çocuklarının, annelerinin, kadınlarının, dedelerinin kulağına fısıldayacaklardı: “Durun. Birdenbire hiçliğe çarptık. Varlığı bulduk. Biz, dağılan kitabın uçuşan yapraklarıysak, siz de orada kalan yapraklarısınız. Yaprakların toplanıp kitabın yine kitap yapılacağı gün gelecektir. “Hiçliği bilin, varlığı bilin ve öğretin.
Siz, bu dünyadan uzanmış bir elin çevirdiği yapraklarsınız. Sizi okusunlar ve burayı bilmeğe başlasınlar. Yapılarınızı sağlam ve elverişli yapın ama sade ona güvenmeyin. O yapıdan size daha yakın olana güvenin. ”Daha neler neler söyleyecekler ve onları avutacaklardı. Biz de susarak, utanarak onları avutacaktık. Kendimizi bırakıp onları düşünecektik. Ama biz ne yaptık? Daha doğrusu inkâr kelebekleri gazeteciler ne yaptılar? Yapayalnız kalmış, ölümün kılıcıyla ikiye bölünmüş, Azrail’in paniğine kapılmış, bu zavallı bir avuç kardeşimizi, çılgınlar gibi panikten paniğe sürüklediler, ölülerinden saygısızca bahsettiler (Ey ölmeden kokmuş kalem! Ölülere ait bir hâli utanmadan dünyaya yaydın ve kalanlarına acımadın!). Aç kalacakları, evsiz kalacakları, salgınla kırılacaklarını yazıp durdular. Bunlar gerçek bile olsaydı, insan, oradakilere acıyarak bunu saklardı. Bir insanlık çağında, bir erdem medeniyetinde, böyle bir felaket önünde, insanlar susar. Yardımdan başka bir şey düşünmez. Teselli ve umut verir. Tedbir ve tenkidler, sorumluların kulağına fısıldanır. Hesap, felakete uğrayanlar kurtarılıp acının üstünden belli bir gün geçtikten ve durum biraz yatıştıktan sonra sorulur. Ama bütün bunları yapabilmek için öteye aralık bir duygu örgüsü olması gerek insanda. Varto felaketinde, göze çarpan, kabartma hâle gelen, doğum ve ölüm oldu. Yeni doğmuş çocukların kurtuluşu bir semboldür. Bunun metafiziği, doğumu anlamaya doğru iter bizi. Sağlam ve güçlü olanların da ölümü, bizi ölümü anlamaya çekmiştir. Ölüm, görünüşte kendine en yakın olanlara dokunamadı da en uzak olanları alıp götürdü. Sanki Varto’da doğumla ölüm karşı karşıya gelip savaştılar. Canlı iki insan gibi. Doğum, ölümün elinden, kendine ait olanı, kendi atmosferinde bulunanı kurtardı. Doğumun havasından henüz çıkmamış olan birkaç aylık çocuklara ölüm dokunamadı.
Bu evrensel trajedi gözümüzün önünde oldu da ruhumuz, bir parçacık olsun arınıp bir katarsis geçirdi mi? Yıkılan yapı yapılır. Varto’nun yerine daha büyük, daha sağlam bir Varto kurulur. Ölenler – ki çoğunun tam inançlı olduğu umulur-, hemen hemen hepsi, ansızın ölüme yakalandıklarından, bir anlamda şehittirler. Ama kalanları, gerekli ruh yakınlığı ve kader birleşimiyle avutabildik mi? Ve önümüzde olan ve yanından, yöresinden semboller fışkıran bu trajedyanın perdesini kaldırıp arkasına bakabildik ve bir örnek alabildik mi?” İçinde geçtiğimiz bu zor zamanlarda kalbimizi dua ile diri tutmamız lazım. Bu vesileyle, İçinde bulundukları zor durumdaki kardeşlerimize Hz. Musa’nın “Rabbim! Doğrusu bana indireceğin her hayra muhtacım.” (Kasas. 24) ayetinde geçtiği gibi depremzede kardeşlerimize muhtaç oldukları her hayrı indirsin. Yaralı kardeşlerimize şifa, yakınlarını kaybetmiş kardeşlerimize sabır versin. Vefat etmiş kardeşlerimize de rahmetiyle, mağfiretiyle ve cennetiyle mükâfatlandırsın.”