Hacı Bektaş Veli, 13. yüzyılda yaşamış ve etkisi yüzyıllar boyunca hissedilmiş bir halk sufisidir. Onun Anadolu’ya gelmeden önceki yaşamı, doğumu, ailesi, sosyal ve kültürel çevresi ile nasıl bir eğitim sürecinden geçtiği gibi konular önemli ölçüde menkıbelerle örülmüş ve birbirine karışmıştır. Çünkü Hacı Bektaş Veli hakkında bilgi veren yaşadığı döneme yakın kaynaklar sınırlıdır. Bilinen kaynaklar Baba İlyas’ın torununun oğlu Elvan Çelebi, Mevlevi tarikatına mensup Ahmet Eflaki ve Aşıkpaşazade tarafından kaleme alınmıştır. Bu üç isim Hacı Bektaş Veli’nin Horasan’daki durumu, yetiştiği ortam ve hayatının diğer safhalarına dair neredeyse hiçbir bilgi vermemektedir. Bu üç ismin ortak noktası Hacı Bektaş Veli’nin Baba İlyas ile irtibatına vurgu yapmalarıdır. 15. yüzyılın sonlarında ise Hacı Bektaş Veli’nin hayatı hakkında dilden dile aktarılarak gelen rivayetleri bir araya getiren Velayetname yazılmıştır. Sonraki eserler daha çok Velayetnameye dayalı bilgileri tekrar etmiştir.
Hacı Bektaş Veli’nin hayatına dair detaylı bilgileri kendisinden iki asır sonra yazıya geçirilen Velayetname’de bulmaktayız. Ancak bu eserde Hacı Bektaş Veli’nin hayatı menkıbevi ve destansı bir şekilde anlatıldığından buradaki bilgileri kesin doğru kabul edemeyiz. Elimizde şimdilik başka tarihi kaynaklar bulunmadığından onun çocukluğu, eğitimi, Horasan’dan Anadolu’ya gelişi gibi hayatına dair safhaları Velayetname’den takip etmek durumundayız. Bu esere göre asıl ismi Seyyid Muhammed bin İbrahim Sani b. Musa olan, Hacı Bektaş Veli Horasan’ın Nişabur şehrinde doğdu. Doğduğu yerin Nişabur’un 10 km doğusunda Fuşencan adında bir köy olduğu ifade edilmektedir. Çocukluk çağında hiç bir zaman diğer çocuklara karışıp oyunla meşgul olmamış, kendisinde türlü hâller ve kerametler görülmüş, ağzından hikmetli sözler işitilmiştir. Çocukluğundan itibaren kendisine “Bektaş” denilmiştir. Ayrıca Allah’a olan muhabbeti ve dostluğundan dolayı da ermiş anlamında “Veli” lakabıyla anılmıştır. Hac farizasını yerine getirdiğinden “Hacı”, ilmiye sınıfına mensup olduğundan hoca anlamında “Hace”, daha küçük yaşta kerametleri zuhur ettiğinden “Hünkâr” unvanlarıyla da yâd edilmiştir. Babası Horasan Sultanı İbrâhimü’s-Sânî b. Musa, annesi ise ünlü bilgin Nişaburlu Ahmet Amil’in kızı Hatem (Hatme) Hatun’un evliliklerinden yirmi dört yıl sonra dünyaya gelmiştir. Babasının ölümünden sonra saltanatı kabul etmediği, sultanlığı amcası oğlu Seyyid Hasan’a bıraktığı rivayetler arasındadır.
Hacı Bektaş Veli’nin doğduğu, yetiştiği, zahirî ve batınî eğitimini aldığı, fikirlerinin şekillendiği ve ömrünün bir kısmını -bu sürenin kırk yıl olduğu da ifade edilmektedir- geçirdiği Nişabur’daki hayatı hâlâ karanlıktır. Zahiri padişahlığı kabul etmeyip maneviyata yöneldiğinden gönül padişahıdır. Nişabur, Büyük Selçuklu Devleti’nin ve Horasan’ın önemli şehirlerinden biridir. O dönemin kültür merkezlerinden biri olmasının yanı sıra Türkmen nüfusunun yoğun olduğu, bir Türkmen piri olan Ahmet Yesevi’nin kurduğu Yesevilik Tarikatının yayılma ve gelişme gösterdiği bir yerdir. Hacı Bektaş Veli genel kanaate göre bu kültürel ve dinî ortamda yetişmiştir. Velayetname’ye göre Hacı Bektaş Veli’nin eğitime başlama yaşı dörttür. Bu yaşa geldiğinde babası ona öğretmen aramış, kendisine Ahmet Yesevi’nin halifelerinden âlim, kâmil ve velayet sahibi Lokman Perende tavsiye edilmişti.
Hacı Bektaş Veli’nin soy ve mürşit şeceresi olarak iki ayrı şecere icazetnamelerde zikredilmektedir. Velayetname ve diğer kaynaklar Hacı Bektaş Veli’yi baba tarafından Hz. Ali soyuna mensup saymakta, 1343’te vefat eden el-Vâsıti, eserinde ondan “Seyyid” diye bahsetmektedir. Bununla birlikte 1166 yılında vefat eden Ahmet Yesevi’den doğrudan eğitim alması mümkün gözükmemektedir. Bu itibarla kaynaklar onun Ahmet Yesevi’nin halifelerinden Lokman Perende tarafından bir Yesevi dervişi olarak yetiştirildiğini haber vermektedir. Hacı Bektaş Veli’nin soy ağacı İmam Musa Kazım, İmam Cafer-i Sadık, İmam Muhammed Bakır, İmam Zeynelabidin ve İmam Hüseyin ile İmam Ali’ye ve Hz. Muhammed’e ulaşmaktadır. Ancak Hünkâr’ın etnik kimlik açısından Arap ya da Türk olması da cevabı kesinleşmemiş sorulardandır. Netice itibarıyla onun soyunu Hz. Ali’ye dayandıran şecerelerin sonradan oluşturulması sebebiyle Türklük yönü ağır basmakta ve bazı araştırmacılar onu Çepni boyuna mensup “Bektaşlı” kolundan göstermektedir.
Hacı Bektaş Veli’nin hayatı ile ilgili en önemli ihtilaf doğum ve vefat (Hakk’a yürüme) tarihleridir. Tarihi veriler onun 1209 tarihinde doğup 1270 ya da 1271 tarihinde 63 yaşında Hakk’a yürüdüğüne işaret ediyorsa da bazı araştırmalarda çok farklı tarihlerden söz edilmektedir. Velayetname’ye göre Hacı Bektaş Veli’nin 92 yıl ömür sürdüğü, 40 yıl Horasan’da çile hayatı yaşayarak kemale erdikten sonra oradan ayrıldığı ifade edilmektedir. Bazı kaynaklar doğumu konusunda 1241’den 1249’a kadar değişen rakamlar vermektedir. Fuat Köprülü’ye göre, Bektaşi menkıbelerine dayanan bu tür haberlerin hiçbir tarihi değeri yoktur. Bunun yerine Aşıkpaşazade’nin konuyla ilgili beyanı ve Hacı Bektaş Veli’nin yaşadığı döneme ait vakıf kayıtları esas alınmalıdır. Aşıkpaşazade’nin onun Osmanlı padişahları görüştüğü fikrine karşı çıkması bir yana elyazması bir eser üzerinde Hacı Bektaş Veli ile ilgili kayıtta doğum tarihi H. 606 (M. 1209-1210), vefat tarihi ise H. 669 (M. 1270- 1271) şeklinde geçtiği tespit edilmiştir. Ayrıca 1290’larda tesis edilen vakfiyelerde Hacı Bektaş Veli için “merhum” ve “kuddisesırruhu” gibi vefat edenler için kullanılan ifadelerin kullanılması bu tarihte artık onun hayatta olmadığına şüphe bırakmamaktadır.
Hacı Bektaş Veli’nin hayatına dair ikinci ihtilaf evlenip evlenmediği noktasında düğümlenmiştir. Bektaşi tarikatının daha sonraki süreçte meydana gelen yayılması ve silsilesinde de bu husus etkili olmuştur. Velayetname’ye göre Hacı Bektaş Veli bekâr (mücerred) yaşamıştır. Bu sebeple çocuk sahibi olamamıştır. Ancak abdest alırken burnu kanamış, Sulucakaraöyük (Hacıbektaş)’a geldiği zamandan beri evlerinde misafir kaldığı ve kendisine ihlasla bende olmuş bulunan İdris Hoca’nın kısır karısı Kutlu Melek (Kadıncık Ana)’e burun kanı damlayan abdest suyunu tenha bir yere dökmesini söylediği; onun da Hacı Bektaş Veli’ye olan saygı ve bağlılığından dolayı bu suyu içtiği ve hamile kaldığı anlatılmaktadır. Bunu anlayan Hacı Bektaş Veli, Kadıncık Ana’ya, “Bizden umduğun nasibi aldın. Senden iki oğlumuz gelecek, adımızla onlar yurdumuz oğlu olacak. Halkın yetmiş yaşındakileri onların yedi yaşında olanının elini öpsünler” dediği, böylece hamile kalan Kadıncık Ana’nın evlat dünyaya getirdiği kaydedilmektedir.
Bektaşiler, Hacı Bektaş Veli’nin evlenip evlenmediği konusunda Çelebiler ve Babalar (Babagân) diye iki kola ayrılmışlardır. Babalar (Babagânlar), Hacı Bektaş Veli’nin bekâr vefat ettiğini, Kadıncık Ana’yı manevi evlat edindiğini, Kadıncık Ana’nın eşi İdris Hoca’dan doğan Hızır Bali’nin dergâh kaymakamı olduğunu; Çelebiler ise Hacı Bektaş Veli’nin Kadıncık Ana ile evlendiğini, Kadıncık Ana’nın İdris Hoca’nın kızı olduğunu ileri sürmektedirler. Diğer bir rivayet ise yukarıda anlatılan İdris Hoca’nın eşi Kadıncık Ana’nın Hünkâr’ın burnundan damlayan kanı içerek hamile kalması ve Hızır Bali’nin dünyaya gelmesidir. Bu konu yedi asırdan beri çözülememiştir.
Hacı Bektâş Veli’nin Horasan’dan Anadolu’ya Yolculuğu
Velayetname’ye göre Hacı Bektaş Veli’nin doğduğu, büyüdüğü ve yetiştiği çevre Horasan-Nişabur, olgunluk dönemi ve irşat faaliyetlerini yürüttüğü çevre Anadolu-Sulucakaraöyük (Hacıbektaş)’tür. Kendisine kutbü’l-aktablık mertebesi verilip Anadolu’ya gönderilmeden önce “kırk” yıl gece gündüz oruç, namaz, ibadet, taat ve salih amelle meşgul olmuştur. Şeyhi Lokman Perende’nin dergâhında üç yıl hizmet ettikten sonra da Anadolu’ya gelmek için yola çıkmıştır. Ancak Nişabur’dan ayrılış tarihi de kesin değildir. Nişabur, 24 Mart 1220 tarihinde Moğol ordusu tarafından kuşatılmış, kuşatma sırasında Cengiz Han’ın damadının öldürülmesi üzerine Moğollar, otuz bin kişilik ilave bir güçle şehri ele geçirmişlerdir. Katliamlar korkunç boyutlara ulaşmış, şehirde kedi köpek dâhil hiçbir canlı bırakılmamıştır. Moğol istilasıyla bölgedeki şehirli unsurlarla birlikte âlim, fazıl, kâmil derviş, zanaat sahipleri de Anadolu’ya akmıştır. Göçebe derviş geleneği içinde yetişen Hacı Bektaş Veli de bu tarihten önce şehrinden ayrılmış olmalıdır.
Velayetname’ye göre Hacı Bektaş Veli, Ahmet Yesevi tarafından Anadolu’ya gönderilmiştir. Yolculuk Hz. Peygambere verilen ve ondan Hz. Ali yoluyla Ahmet Yesevi’ye ulaşan elifî taç, hırka, çerağ, sofra, alem (sancak), seccade gibi emanetler şeyhi tarafından Hacı Bektaş Veli’ye verilip, “Müjdeler olsun ki kutbü’l-aktablık senindir; kırk yıl hükmün vardır. Şimdiye dek bizimdi, bundan sonra senindir. Biz bu yokluk yurdunda çok eğlenmeyiz, ahirete gideriz. Var, seni Rum’a saldık, Sulucakaraöyük (Hacıbektaş)’ü sana yurt verdik, Rum abdallarına seni baş tayin ettik. Bir yerde eğlenmeden hemen var.” denilerek başlatılmıştır. Hacı Bektaş Veli, ertesi gün güneş doğarken yola koyulmuştur. Anadolu’ya varışını bildirmek için dervişlerden biri yanan bir dut dalını havaya doğru atmış, Konya yakınlarına düşen bu dut dalını Hak Ahmet Sultan adlı bir ermiş alıp, şimdiki Hacı Bektaş Veli Tekkesi’nin eşiğine dikmiştir.
Hacı Bektaş Veli Horasan’dan Anadolu’ya dört bin kilometrelik bir yolu kat ederek gelmiştir. Nişabur’dan ayrıldıktan sonra önce hacca gitmeye niyetlenmiş ve hac yoluna çıkmıştır. İlk olarak Necef ve Kerbela’ya uğramıştır. Ardından Mekke’ye ulaşıp hac görevini yerine getirmiştir. Hac sonrası üç yıl Mekke’de kalmıştır. Daha sonra Anadolu’ya yönelmiştir. Menakıpnamelerde diğer Horasan erenlerinin de aşağı yukarı aynı yolu izledikleri, önce hacca gidip sonra Anadolu’ya geçtikleri tespit edilmektedir.
Bu yolculukta Kudüs ve Şam’dan sonra Halep önemli duraklardan biri olmuştur. Orada kutsal yerleri ziyaret etmiştir. Ardından sırasıyla Kilis, Antep ve Elbistan’da bulunan Ashab-ı Kehf, oradan da kardeşi Menteş ile birlikte Sivas’a ulaşmıştır. Aşıkpaşazade’ye göre daha sonra Amasya’da Baba İlyas’la görüşüp Kırşehir’e geçmiştir. Kırşehir’de bir süre Ahi Evran dergâhında misafir edilmiş, misafirliğin bitiminde Ahi Evran’la vedalaşıp dervişleriyle yola devam etmiştir. Kırşehir’den Kayseri’ye varmış, burada kardeşi Menteş’ten ayrılmış, kardeşi Sivas’a gittiği sırada şehit olmuştur. Yolculuğun bu safhasında Hacı Bektaş Veli’nin Babailerin kırımı ile sonuçlanan Malya Ovası’ndaki savaşa 16 katılmadığı kabul edilmektedir.
Hacı Bektaş Veli’nin Kayseri’den sonraki durağı Ürgüp olmuştur. Tüm bu uğradığı şehirlerde ve ziyaret ettiği yerlerde ibadetle meşgul olmuş, çeşitli kerametlerle halkı kendine muhip etmiştir. Hünkâr, Kayseri’den Ürgüp’e giderken yolda Uçhisar köyüne uğrar. Köy halkı birbiriyle kavgaya tutuşmuştur. Hacı Bektaş Veli köylülerden birine; – Derviş bu köyde konaklayacak bir yer var mı, diye sorar. Köylü: – Halk misafir kaygısında mı? Şimdi kavgacılar gelir seninle de kavga ederler, var git, diye tersler. Bu sırada halktan birkaç kişi Hacı Bektaş Veli’nin başına toplanırlar. Hacı Bektaş Veli, bu kişilere şu nasihatte bulunur: – Birbirinizin gönlünü kırmayın. Çünkü müminin gönlü Kâbe’ye benzer. Lakin gönül ondan da yeğdir. Zira Beytü’l-ma’mûr göktedir. Orayı melekler tavaf eder. Hâlbuki gönül Tanrı’nın nazargâhıdır, Tanrı ile gönül arasında perde yoktur. Kâbe nasıl dokunulmaz, harim ve mübarek ise gönül de Tanrı’nın tecelli ettiği yer olduğu için mübarektir, ona dokunmayın.” Bu nasihati dinleyen halk, büyük bir suskunluk ve hayranlıkla onu süzerler. Onlardan biri: – Ey Tanrı dostu, bize ismini, nereden gelip nereye gittiğini ve maksadını söyler misin, der. Hacı Bektaş Veli de: – Adım Hacı Bektaş’tır. Horasan’dan Hicaz’a, oradan da Sivas şehrine gitmekteyim. Maksadım, şaki olana aman vermemek ve ahalinin sulh ile bir arada yaşamaları için lüzumlu olan hakikat sırlarını anlatmaktır. Bunun için Pîrim Hoca Ahmet Yesevi’den emir alıp Rum’a geldim” der.
Hacı Bektaş Veli Ürgüp’ten sonra Üç Hisar ve Açık Saray üzerinden Sulucakaraöyük (Hacıbektaş)’e gelmiş ve orada karar kılmıştır. Velayetname’de onun Anadolu’ya gelişini Kadıncık Ana müjdelemiştir. Rum erenleri onun gelişinden haberdar olurlarsa da buna pek sevinmemişlerdir. Anadolu’daki ilk müritleri onu karşılayan Kadıncık Ana ve İdris Hoca olmuştur. Ancak kısa zamanda ünü etrafta duyulup halk akın akın onu görmeye gelmiştir.
Claude Cahen, Hacı Bektaş Veli’nin Anadolu’ya Moğol işgalinden sonra sığınacak bir yurt arayan Harezmşahlarla birlikte 1230 yılına doğru gelmiş olabileceği görüşündedir. Hacı Bektaş Veli’nin Anadolu’daki hayatında dikkat çeken hususlardan biri 1239-1240 yılında yaşanan Babaîler isyanında faal olarak bulunmamasıdır. Kaynaklar onun Anadolu’ya geldiğinde Baba İlyas ile görüştüğünü, Baba İlyas’ın bir halifesi olduğunu haber vermektedir. Genel kabule göre Hacı Bektaş Veli isyanın önderi Baba İlyas’ın bir halifesi olmasına rağmen isyan sırasında bir müddet ortadan kaybolmuştur. İsyan sırasındaki durumu hâlâ aydınlanmış değildir. Tahminler fiilen katılmadığı bu isyanın ardından başlatılan takibatta bir süre izini kaybettirdiği yönündedir.
Hacı Bektaş Veli Sulucakaraöyük (Hacıbektaş)’te
Bir Horasan ereni olan Hacı Bektaş Veli, Anadolu’nun şenlendirilmesinin öncülerindedir. Yerleşim yeri olarak Sulucakaraöyük (Hacıbektaş)’ü bilinçli seçmiş, burası sadece yedi evli bir Çepni köyü iken zamanla dünyaya açılan bir pencere olmuştur. Günümüzde burası Nevşehir iline bağlı Hacıbektaş ilçesidir. Hacı Bektaş Veli’nin Sulucakaraöyük (Hacıbektaş)’ü seçmesinde bazı etkenler söz konusu olmuştur. A. Yaşar Ocak’a göre onun burayı seçmesindeki ilk etken o zamanlar yarı göçebe Çepni oymağına mensup bir kolun, yani Türkmenlerin bu civarda kalabalık gruplar hâlinde yaşamasıdır. Muhtemel bir diğer sebep ise Babai isyanından sonra Selçuklu merkezi yönetiminin Sünni olmayan Türkmenlere karşı takip ettiği izleme politikasıdır. Hacı Bektaş Veli bu politika sebebiyle olabildiğince gözden uzakta bulunmak istemiştir. Yine Sulucakaraöyük (Hacıbektaş)’ün Konya, Kırşehir ve Kayseri gibi önemli kültür merkezlerine yakınlığı da Hacı Bektaş Veli’nin tercihinde etkili unsurlar arasındadır.
Hacı Bektaş Veli, Sulucakaraöyük (Hacıbektaş)’e geldikten sonra Kadıncık Ana’nın evine misafir olmuştur. Bir müddet sonra bugünkü dergâhın yerinde ilk inziva mahalli olan Kızılca Halvet’i yapmıştır. Diğer taraftan çevredeki veliler onu kıskanmış ve çeşitli sınavlardan geçirmişlerse de sonunda hepsini utandırmış, avucundaki yeşil beni göstererek Hz. Ali’nin kendi bedeninde zuhur ettiğini ispat etmiştir. Böylece zamanın en büyük evliyası olduğu anlaşılıp mürit edinmeye başlamıştır.
Velayetname’ye göre Hacı Bektaş Veli, Sulucakaraöyük (Hacıbektaş)’te tıpkı şeyhi Baba İlyas’ınkine benzer bir yaşam tarzı benimsemiştir. Zaman zaman bugün bir ziyaret yeri olan yakındaki bir mağarada inzivaya çekilmiş, geçimini sağlamak için ise köyün hayvanlarını otlatmıştır. Böyle olmakla birlikte Hünkâr’ın tarihte oynadığı asıl rolü bu köyde başlamıştır. Keza 1240’ta öldürülen Baba Resul’den sonra Anadolu’da Hacı Bektaş Veli’nin manevi nüfuzu giderek artmıştır. Sulucakaraöyük (Hacıbektaş)’te bir Türkmen şeyhi olarak bir yandan kendi cemaati içinde mürşitlik görevini sürdürürken bir yandan da bugünkü Ürgüp yöresindeki Hristiyanlarla sıkı ilişkiler geliştirip onların ihtidasına zemin hazırlamıştır. Ayrıca Karaca Ahmet, Taptuk Emre, Seyyid Mahmud Hayrani, Ahi Evran, Yunus Emre gibi büyük Rum velileriyle yakınlık kurarken, tanıştığı Şamanist Moğol otoritelerinden bir kısmının Müslüman olması için de yoğun faaliyet göstermiştir.
Velayetname’de, Hacı Bektaş Veli’nin otuz altı bin çerağ yaktığı, otuz altı bin müridi ve üç yüz altmış halifesi olduğu yazılıdır. Onun birçok halife yetiştirdiği, bunlardan beşine özel ilgi gösterdiği ve ölümünden önce her birine icazetnamelerini verip dört bir yana yolladığı rivayet edilmektedir. Onun halifelerinden en meşhurları Abdal Musa, Sarı Saltık, Cemal Seyyid, Sarı İsmail, Kolu Açık Hacım Sultan, Baba Resul, Pîr Ali Sultan, Barak Baba, Baba Mansur, Geyikli Baba, Samut Baba, Karaca Ahmet Sultan, Güvenç Abdal ve Hızır Sâmit’tir. Sarı Saltık’ı Rumeli’ye, Cemal Seyyid’i Akdeniz yönüne yollamış ve o Gelibolu’ya yerleşmiştir. Sarı İsmail’i Menteşe civarına göndermiştir. Kolu Açık Hacım Sultan da onun halifelerinden biridir. Keza mana (batın) kılıcını ona vermiş, bir tekke kurmak üzere Germiyan beldesine yollamıştır. Baba Resul’ü de Kütahya çevresine yollamıştır. Pîr Ali Sultan, Hünkâr’ın çerağcısıdır. Konya’ya Sadreddin Konevi’nin yanına gitmiş ve orada vefat etmiştir. Güvenç Abdal’ın da Hacı Bektaş Veli’nin dervişleri arasında yer aldığı ifade edilmektedir. Abdal Musa onun vefatından sonra fikirlerini Batı Anadolu’da ve Güneybatı Anadolu’da yaymıştır.
Velayetname’de Hacı Bektaş Veli’nin vefatı bir kerametine dayandırılmaktadır. Rivayete göre Hacı Bektaş Veli, vefat edeceğini anlayınca Sarı İsmail’i çağırır. Ona “Vefat ettiğimde beni bir ceviz tabuta koyun. Kadıncık’ın oğlu, Hızır Lale benim yerimi alacaktır. Elli yıl sonra onun yerini, kırk sekiz yıl şeyhlik yapacak olan Mürsel alacak; sonra da Yusuf Bali, otuz yıl onun halefi olacaktır.” der. Hacı Bektaş Veli Hakk’a ruhunu teslim edince, cenaze hazırlıkları başlar. Rum ülkesinde bulunan tüm gönülden sevenleri, atlı ve yaya olarak gelirler. Çile Dağı tarafından, donu yeşil, elinde yeşil sancak ve yüzü örtülü bir boz atlı gelir. O boz atlı meçhul kişi, mevtayı eliyle ovup yıkar, cenazesini kendi eliyle kefenleyip mezara koyar. Boz atlı uzaklaşıp giderken, Sarı İsmail kim olduğunu görmek ister. Yüzündeki örtü açılınca, boz atlının Hacı Bektaş Veli olduğunu görür. Sarı İsmail’e “Er odur ki, ölmeden önce ölür ve kendi bedenini yıkar. Buna ermeye çalış.” diyerek gözden uzaklaşır. Bu kerametin aynısı Hz. Ali’nin vefatına dair da anlatılmaktadır.
Hacı Bektaş Veli’nin Manevi Eğitimi ve Kerametleri
Bektaşi menakıbnamelerinde Hacı Bektaş Veli’nin Ahmet Yesevi (v. 1166)’den manevi eğitim aldığı ifade ediliyorsa da bu zahiren mümkün gözükmemektedir. Künhü’l-Ahbar gibi tarihi kaynaklar Hacı Bektaş Veli’nin fikri ve manevi eğitimini Nişabur’da Ahmet Yesevi’nin talebelerinden Lokman Perende’den aldığını ifade etmektedir. Ayrıca tarihî kaynaklar Hacı Bektaş Veli’yi keramet ehli bir zat olarak tanıtmakta ve birçok kerametini haber vermektedir. Özellikle Horasan’dan Anadolu’ya yolculuğu sırasında kendisine saldıran iki arslanı taşa dönüştürmesi, bir ırmağa vardığında balıkların onu selamlamak için sudan baş çıkarmaları, Rum sınırında güvercin donuna bürünmesi ve Sulucakaraöyük (Hacıbektaş)’te bir taşa konması, bir turna görünümüne bürünmesi gibi kerametleri hâlâ anlatılmakta ve Alevi-Bektaşi ayinlerinde kullanılmaktadır. Rivayet edilen kerametlerinden bir kaçı şöyledir: Çilehane’ye yumrukla pencere açması: Hacı Bektaş Veli, Çilehane’de düşünüp tefekkür kılmakta iken, erenlerden bir grup ziyaretine gelir. Hakk’la beraber olduğunu öğrenerek, onlar da Çilehane’ye gelirler. Hünkâr ile oturup sohbet ederler. Sohbet esnasında “Bu çilehane çok karanlık, bir ışık gelecek yeri olsaydı.” derler. Hacı Bektaş Veli, Hakk aşkıyla dışarı çıkar, sağ eliyle yumruk edip, o yerli taşa öyle bir vurur ki, hemen hemen bir adam sığacak kadar delik açılır. Çile mağarasının içi apaydınlık olur. Erenler, Hacı Bektaş Veli’nin kerametini görüp, onun keramet ehli olduğuna inanırlar.
Eğilmiş duvarı düzeltmesi: Velayetname’de anlatıldığına göre Hacı Bektaş Veli Kadıncık Ana’nın evinde ibadet ederken, evin duvarı yıkılmaya başlamış. Eğilen duvarı gören Kadıncık Ana, “Ya Hünkâr, duvar yıkılıyor, oradan bir kenara çekilseniz iyi olur.” diye seslenmiş. Hacı Bektaş Veli, eliyle işaret ederek duvara “dur” deyince, duvar durmuş. Ardından yerinden kalkıp, sırtını vererek duvarı düzeltmiş. Duvarda sırtının kalıbı olduğu gibi belli olmuş.
Cansız duvarı yürütmesi: Akşehir’de, Seyyid Mahmut Hayrani adlı biri vardır. Bir arslanın üzerinde, elinde kamçı gibi kullandığı bir yılan ve yanında üç yüz Mevlevi dervişiyle Hacı Bektaş Veli’yi ziyaret amacıyla yola çıkmış. Haberi alan Hacı Bektaş Veli, “Bu kimse canlı varlıklara binmiş geliyor, bizde cansıza binelim.” demiş. Kızılca Halvet yakınında bir kızıl kaya (duvar) varmış. Hacı Bektaş Veli, kayaya (duvara) tırmanıp yürümesini buyurmuş. Kaya (duvar) yürümeye başlayınca “Marifet, cansızı yürütmektir, canlıyı değil” demiş. Hacı Bektaş Veli’nin hikmetine hayran kalan Seyyid Mahmut Hayrani “Er nazarında küstahlık ve edepsizlik etmişiz.” diyerek, derhal aslandan inip, yılanı elinden salıvermiş.
Hacı unvanını alışı: Velayetname’ye göre Hacı Bektaş Veli, Mekke ve Medine’yi ziyaret etmiştir. Makâlât adlı eserinde ise hac farizasının gerekliliğine vurgu yapmıştır. Bu münasebetle onun zahiren hac görevini yerine getirdiği ve bu unvanı aldığı kabul edilmektedir. Bununla birlikte “Hacı” unvanını alışının bir keramete dayandırılması da söz konusudur. Rivayete göre hocası Lokman Perende hacca gider. Kâbe’yi tavaftan sonra, Arafat’a çıkar. Orada, yanındakilere “Bugün arife günü, şimdi bizim Türkistan’da herkes bişi pişirir.” der. Bu söz Hacı Bektaş Veli’ye malum olur. Lokman Perende’nin evinde de, gerçekten bişi pişirilmektedir. Hacı Bektaş Veli, Lokman Perende’nin evine giderek, şeyhin hanımından, bir tepsiye bişi koyup kendisine vermesini ister. Kendisine takdim edilen bişiyi, göz yumup açıncaya kadar, Lokman Perende’ye götürüp sunar. Lokman Perende, arkadaşları ile beraber bu bişiyi yerler. Hac dönüşü Nişabur halkı Lokman Perende’yi karşılamaya çıkar. “Haccın kabul olsun.” diyerek tebrik ederler. Lokman Perende, gelen halka Hacı Bektaş Veli’nin kerametini anlattıktan sonra, “Esas hacı olan Bektaş’tır.” diyerek, onu tebrik eder. Bunun üzerine adı Hacı Bektaş olur.
Hünkâr unvanını alışı: Hacı Bektaş Veli için çok sık kullanılan Hünkâr unvanını alışı da bir kerametine dayandırılmaktadır. Rivayete göre Lokman Perende bir gün Hacı Bektaş Veli’ye ders verirken, abdest almak için dışardan su getirmesini ister. Bunun üzerine Hacı Bektaş Veli “Hocam, bir nazar etseniz, mektebin içinden su çıksa da dışardan su getirmeye muhtaç olmasak.” cevabını verir. Lokman Perende ise “Buna gücüm yetmez, gücün yetiyorsa sen yap.” deyince, Hacı Bektaş Veli el kaldırıp dua eder. Elini yüzüne vurup secdeye kapandığında, mektebin ortasından bir pınar akmaya başlar. Hacı Bektaş Veli’nin bu kerametini gören hocası Lokman Perende, sevinçle “Ya Hünkâr!” demekten kendini alamaz. Bundan sonra Hacı Bektaş Veli’ye, “Hünkâr” da denilmeye başlar.
Hacı Bektaş Veli’nin kerametleri sadece yaşadığı dönemle sınırlı değildir. Daha sonraki yıllarda da halife ve dervişlerinin, Bektaşilik yolunda yürüyenlerin mana âleminde yaşadıkları kerametler de anlatılmaktadır. Bunlardan birine göre Edirne’yi fetheden Sultan Murat, Hacı Bektaş Veli için bir türbe yaptırmayı diler. İşi, mimar Yanko Madyan’a havale edip sekizinci imam aşkına, sekiz köşeli bir kubbe yapmasını ister. Kubbe tamamlanınca, tepesine tunç bir âlem dikmek istendiğinde kubbe çöküp yapı dağılır. Mimar düşerken Hacı Bektaş Veli’den yardım diler ve Hünkâr kendisini kurtarır. Bunun üzerine mimar dervişliğe girip, Sadık adını alır. Dergâhta altı yıl yaşar. Hızır Lale’ye, “Mezarımı Hacı Bektaş Veli’nin kabri eşiği altına kazın. Ona o kadar sıdk ile bağlandım ve hayran kaldım ki, ziyaretine gelenler, onun aşkı muhabbetine benim mezarımı çiğnesinler.” diye vasiyet eder. Öldüğünde vasiyeti gereği cenazesi türbenin eşiğine gömülür.
Hacı Bektaş Veli’nin Eserleri
Hacı Bektaş Veli hakkında bazı tarihî kaynaklarda keşif ve keramet sahip olmakla birlikte “budala, şeyhlikten ve müritlikten uzak”, “meczub-ı mutlak”, “meczub-ı hakiki” yani hiçbir şeyin farkına varamayacak derecede kendini ilahî cezbeye adadığı ve bu hâl ile ahirete irtihal ettiği dile getiriliyorsa da Hünkâr’ın eserleri onun ilim adamlığı yönünün de bulunduğunu göstermektedir.
Ahmet Yesevi, Yunus Emre, Mevlana gibi dini-tasavvufi Türk edebiyatının öncülerinden olan Hacı Bektaş Veli’nin eserleri Arapça, Farsça ve Türkçedir. Hünkâr dönemin şartları gereği Arapça ve Farsça da eser vermiş, Türkçe eserlerini sade ve anlaşılır bir üslupla ele alınmıştır. Bu eserlerin bizzat Hacı Bektaş Veli’nin elinden mi çıktığı yoksa müritleri tarafından daha sonra mı yazıldığı konusunda net bir fikre varmak zordur.
Velayetnâme
Hacı Bektâş Veli’nin dilden dile, gönülden gönüle aktarılarak gelen yaşamı Velâyetnâme-i Hacı Bektaş-ı Veli’de anlatılmıştır. Velayetname, Hacı Bektaş Veli’nin kimliği ve tasavvufi yaşantısı hakkında, kısa bilgiler veren eserler dışında en kapsamlı bilgi sunan eserdir. Kütüphanelerde ve şahıs ellerinde çok sayıda nüshası mevcuttur. Hacı Bektaş Veli tarihi bir şahsiyettir. Ancak ondan bahseden tarihi kaynakların yetersizliği sebebiyle ailesi, çocukluğu ve yetişmesi ile ilgili bilgiler ancak Velâyetname’den edindiğimiz kadardır.
Velayetname’de, Hacı Bektaş Veli Türbesi’nin kubbesinin II. Bayezit’in fermanı ile kurşunla kaplanışı anlatılmakta, ancak 1501’de tekkenin postnişinliğine getirilen Balım Sultan’ın adından hiç bahsedilmemektedir. Bu durum Velayetnâme’nin bu tarihten önce kaleme alındığını ortaya koymaktadır. Gölpınarlı, Velayetnâme’nin yazarının Firdevsî-i Tavil (Uzun Firdevsi) lakaplı Hızır b. İlyas olduğunu belirtiyorsa da bu bilgi kesin değildir. Ayrıca bu kişinin Hacı Bektaş Veli Dergâhında bazı değişikliler yapılmak amacıyla görevlendirildiği, Mevlevi olduğu, Mevleviler ve Ahilerle Bektaşiler arasındaki husumeti gidermek için Velayetnâme’deki Kadıncık Ana ile Hacı Bektaş Veli kısmına eklemeler yaptığı iddia edilmiştir. Burada da konu yine Hacı Bektaş Veli’nin evlenip evlenmediği, çocuğunun olup olmadığı tartışmasında düğümlenmektedir.
Dilden dile aktarılan söylenceler üzerine yazılan Velayetname, destansı özellikler taşımakta ve Hacı Bektaş Veli’ye olağanüstü güçler atfetmektedir. Bir menakıpname özelliği taşıyan Velayetname, daha öncede ifade edildiği gibi diğer kaynaklarda malumatın azlığı sebebiyle Hacı Bektaş Veli’ye ilişkin tarihî bilgilere ulaşmamıza yardımcı olacak yegâne bilgi kaynağıdır.
A. Yaşar Ocak’a göre Velayetname genel itibariyle mitolojik Hacı Bektaş Veli’yi yansıtmaktadır. Ancak bu durum eserin tarihi hiçbir temeli bulunmadığı anlamına gelmemekte, içeriğinde Hacı Bektaş Veli’nin tarihi şahsiyetini aydınlatmaya yarayacak oldukça değerli ipuçları da bulunmaktadır. Yine Ocak’a göre eser, içindeki menkıbelere takılıp küçümseyen ve güvenilir bulmayan bazı araştırmacıların düşündüklerinin aksine Hacı Bektaş Veli’nin hayatı ve Bektaşilik tarihi için asli bir kaynaktır.
Makâlât
Hacı Bektaş Veli’ye nispet edilen eserin aslı Arapça olup, 1409 tarihinde Hatipoğlu Muhammed tarafından Türkçeye tercüme edilmiştir. Ayrıca Velayetnâme’de Hacı Bektaş Veli’nin Makâlât adlı eserinin Molla Sadeddin (Said Emre) isimli müridi tarafından Türkçeye tercüme edildiği rivayet edilmektedir. Arapça ve Türkçe olarak istinsah edilmiş pek çok nüshası bulunan bu eser muhtelif defalar neşredilmiş, son olarak Diyanet Vakfı tarafından Osmanlıca metni esas alınarak 2010 yılında orijinal metni, transkripsiyon ve sadeleştirmesi bir arada yayınlanmıştır.
Bu eserin her ne kadar dervişlere temel bilgiler vermek ve tasavvufi ahlaki öğretmek üzere hazırlandığı ifade ediliyorsa da Ahmet Yesevi ve Yunus Emre gibi mutasavvıflarda da karşımıza çıkan, Hacı Bektaş Veli’nin Allah’a ulaşmak isteyen taliplere “Dört Kapı Kırk Makam”ı en pratik ve anlaşılır şekilde anlattığı, başucu bir eserdir. “Dört Kapı Kırk Makam” anlatılırken her makamda yapılması gereken şey söylendikten sonra genellikle bunlarla ilgili ayet, hadis veya güzel sözler getirilip açıklama yapılmıştır.
Eser dokuz bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde, insanların dört bölük olduğu belirtilmektedir. Bunlar abitler, zahitler, arifler ve muhiplerdir. Burada ki sıralama tarikatta en önemli tasnif olan şeriat, tarikat, marifet ve hakikate karşılık gelmektedir. İkinci bölümde, şeytanın hâllerinden bahsedilir. Nefis şeytanın vekilidir. Şeytanın komutanları ise, kibir, haset, cimrilik, açgözlülük, öfke, kahkaha ve maskaralık olarak sıralanmaktadır. Üç, dört, beş ve altıncı bölümlerde insanın kaç makamda kemale erip Allah’a ulaşacağı, “Dört Kapı Kırk Makam” öğretisi anlatılmaktadır. Yedinci bölümde, marifetin cevabını, sekizinci bölümde ariflerin tevhidinden ve son olarak dokuzuncu bölümde Âdem’in özelliklerinden bahsedilmektedir.
Bu eserde sadece makamların neler olduğu açıklanmakla yetinilmemiş, ayrıca insanlara öğütlerde bulunulmuştur. Örneğin Hacı Bektaş Veli abdest ile ilgili bilgiler verdiği bölümde insanın sadece vücudunu ve elbiselerini yıkamakla temizlenemeyeceğini, asıl temizliğin ahlakını güzelleştirmesi, içini temizlemesi ve nefsini terbiye etmesi gerektiğini şu sözlerle anlatmaktadır: “Vay ona ki içinde kibir, buğz, cimrilik, tamah, öfke, gıybet, kahkaha, maskaralık, bunlardan başka nice türlü şeytan fiili ola, dışarıdan su ile yunup arınır mı? Şöyle bilesin ki arınmaz. Ve bu dediğimiz nesnenin biri bir kişide olsa, onun cümle taati, ibadeti ve ameli, cümlesi boşa gider. Vay ona ki sekiz türlüsü dahi bir kişide olursa hali nice ola. Pes o kimse mutlak şeytan olur. Zira şeytanın şeytanlığı bu sekiz türlü nesnedir.”
Nasihatler
İstanbul Arkeoloji Müzesi Kütüphanesi’nde bir mecmua içinde eksik Hacı Bektaş Nasayihi ve Hacıbektaş İlçe Halk Kütüphanesi’nde Akaid-i Tarikat isimli bir risalenin arkasında Hacı Bektaş’ın Emanetleri başlığı altında bazı nasihatler ve tavsiyelerin yazılı olduğu haber verilmektedir.
Hacı Bektaş Veli’nin özlü söz ve nasihatlerinden bazıları şunlardır: • Adalet her işte, Hakk’ı bilmektir. • Âlimlere ve kendini bilenlere, alçak gönüllülük yaraşır. • Allah ile gönül arasında perde yoktur. • Arifler hem arıdır, hem arıtıcı. • Âşıkların tenleri ölür, canları ölmez. • Bilim, gerçeğe giden yolları aydınlatan ışıktır. • Bizim erkânımız; ahlâk-ı Muhammedî ve edeb-i Ali’dir. • Cahiller ve hak tanımazlara, sukut ile karşılık veriniz. • Çalışmadan geçinenler bizden değillerdir. • Dili, dini, rengi ne olursa olsun iyiler iyidir. • Dinine dizlerinle değil, kalbinle bağlan. • Edep elbisesini, sırtınızdan ölünceye kadar çıkartmayınız. • En büyük keramet çalışmaktır. • Hakikatin ilk makamı, toprak olacağımızın bilinmesidir. • Hakk’a erişebilmek için, büyüklere ve doğrulara yaklaşın. • Hiçbir milleti ve insanı ayıplamayınız. • İbadetin yeri başkadır, işin yeri başkadır. • İçi murdar kimseyi ne kadar dıştan yıkarsan arınmaz. • İlimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır. • İlmi ve bilgiyi yüce tutan kimse hiçbir zaman küçülmez, alçalmaz. • İncinsen de, incitme. İnsan dilinin arkasında gizlidir. • İnsanın olgunluğu, davranışlarının doğruluğundadır. • İslam’ın temeli güzel ahlâk; ahlâkın özü bilgi; bilginin özü akıldır. • Kadınlarınızı okutunuz, kadınları okumayan millet yükselemez. • Karşısındaki insanın iyi olmasını isteyen, önce kendisi iyi olmalıdır. • Kendini tanımayan, Yaratan’ı da bilemez. • Kendini temizleyemeyen, başkasını temizleyemez. • Kimsenin ayıbını arama, kendi ayıbını görür ol. • Murada ermek, sabır iledir. • Mürşitlik alıcılık değil, vericiliktir. • Nebiler, veliler insanlığa Tanrı’nın hediyesidir. • Nefsine ağır geleni, kimseye tatbik etme. • Okunacak en büyük kitap insandır. • Öl söz verme, öl sözünden dönme. • Özünde ve sözünde temiz olmayanların, imanı tam değildir.
Kitabü’l-Fevaid
Fuat Köprülü bu eserin Farsça iki nüshası olduğunu haber vermiş, ancak nerede bulundukları hakkında bilgi vermemiştir. Bununla birlikte Gölpınarlı’nın da haber verdiği İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi Türkçe yazmalar bölümündeki nüshası yayınlanmıştır.
Eserin başlangıç kısmında Hacı Bektaş Veli tarafından yazılıp Fevaid isminin de yine kendisince verildiği belirtilmekte, ancak muhtevası üçüncü bir şahıs ağzıyla anlatılmaktadır.
Bu eserin içeriği Makâlât ile benzerlikler taşımaktadır. Hacı Bektaş Veli’den sonra yaşamış kişilerin sözlerinin de yer alması sebebiyle müstensihlerin bu esere ilaveler yaptıkları tahmin edilmektedir.
Hacı Bektaş Veli’nin bu eserindeki bazı bilgi ve nasihatleri şöyledir: “Hacı Bektaş Veli hazretlerine semayı sordular. Dedi ki; – Sema, hakikat ehline müstahaktır, ilim ehline mubahtır, fısk ve fücur ehline haramdır. Hakka ki bizim semamız oyuncak değildir. İlahî bir sırdır, mecazi değildir. O kimse ki semayı bir oyun sayar, o cifedir (leş), namazı kılınır şey hiç değildir. Hazret-i Bektaş Veli buyurdu ki, Cenab-ı Hakk’a rüyamda dedim: – Sana varan yol hangisidir? Buyurdu; – Kendinden geçince erişirsin.
Din büyüklerinden âlimler, padişahlardır. Ve dervişler takva üzere şahlardır. Âlimlere fikir lazımdır, dervişlere zikir. Zira ki fikirsiz âlim seraptır, zikirsiz derviş yapraksız ağaçtır. Fikirsiz âlim Nuh’suz gemidir, zikirsiz derviş ruhsuz kalptir. Fikirsiz âlim Tur’suz Musa’dır ve zikirsiz derviş nursuz kandildir. Âlimlere ilim gerek, dervişlere velayet.
Beyan ettim din yoluna sülûku, nefsin boynunu vur, huzur bul.”
Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimat-ı Ayniyye
Bu eserin de Hacı Bektaş Veli’ye ait olduğu bilinmektedir. Bir nüshasının Farsça olarak İran İslam Şurası Kütüphanesi’nde, diğerinin İstanbul Kütüphanesi’nde Osman Nuri Ergin yazmaları (948/1 numaralı yazma) arasında olduğu ifade edilmektedir. Davut Duman çevirisiyle Gazi Üniversitesi Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Merkezi tarafından 2009 yılında neşredilmiştir. Eser dil, anlatım ve konu bakımından 13. yüzyıl özelliği taşımakta, Hacı Bektaş Veli’nin Makâlât ve diğer eserleriyle birçok konuda benzerlik göstermektedir. İçerik olarak sistematik bir biçimde tasavvufun temel konu ve kavramlarını ihtiva etmektedir.
Hacı Bektaş Veli’nin bu eserine göre bütün ibadetlerin başı dünyayı terk etmekten geçmektedir. Hünkâr “Züht nedir?” sorusuna “Züht dünyayı terk etmektir. Dünyayı terk etmek bütün ibadetlerin, dünyayı sevmek bütün günahların başıdır, Müminlere dünyayı terk etmek vacip ve Mevla’yı istemek farzdır.” cevabını vermektedir.
Besmele Tefsiri
Besmele Tefsiri, Hamiye Duran tarafından günümüz Türkçesine çevrilip Diyanet Vakfı tarafından aslıyla birlikte 2007 yılında yayınlanmıştır. Bu eser Manisa Kütüphanesinde 3536 numara ve Kitab-ı Tefsir-i Besmele ma’a Makâlât-ı Hacı Bektâş adıyla kayıtlı tek nüshadır. 1423 yılında Cafer bin Hasan tarafından istinsah edilmiştir
Hacı Bektaş Veli bu eseri ile inanç ve kültürümüzde besmelenin ne büyük bir değer ve hakikate açılan kapı olduğunu ortaya koymuştur. Onun bu tefsiri Osmanlı düşünürleri ve âlimlerine de örnek olmuş, birçoğu geleneğe uyarak besmele tefsiri kaleme almışlardır. Hacı Bektaş Veli bu eseri yazmakla besmeleyi Türkçe olarak açıkladığını, amacının bu sözü söyleyen ve bu eseri okuyanların her dem faydalanmaları ve kendisini hayırla yâd etmeleridir.
Bu eserde isminden de anlaşılacağı üzere besmelenin tefsiri yapılmaktadır. Allah’ın Rahman ve Rahim sıfatı dolayısıyla rahmet denizinin çok geniş olduğu, kişinin ne kadar büyük günah işlerse işlesin Allah’ın rahmetinden umudunu kesmemesi gerektiği, şirk hariç bütün günahların bağışlanabileceği akıcı bir üslupla anlatılmaktadır. Ayrıca hikâyelerle konu desteklenerek anlaşılması kolaylaştırılmaktadır.
Hacı Bektaş Veli eserin başlangıcında “Bismillahirrahmanirrahim sözünün tefsirini Türkçe olarak açıkladım ki düşünenler çeşit çeşit faydalar bulup ben za’ifi hayırla ansınlar” diyerek bu eseri yazma amacını dile getirmiştir. Eserin sonunda ise üç yüz tabak Bağdadi kâğıtla Bismillahirrahmanirrahim’in açıklamasını yazabileceğini, ancak otuz varakla iktifa ettiğini belirtmektedir.
Hünkâr Hacı Bektaş Veli şerhini yapmakla Besmelenin rahmet, merhamet, sevgi ve şefkat atmosferine yönelen müminlerin dünya ve ahiret mutluluğunu kazanmasını, bu duygular içerisinde Allah’a bağlanılmasını hedeflemiştir. Süleyman Hayri Bolay, Hünkârın bu eseri üzerine kaleme aldığı makalesinde şu değerlendirmede bulunmaktadır: “Hacı Bektâş Veli müminin Besmeleye dayanarak Tanrı Teâla ile arasında sarsılmaz bir bağ kurmasını sağlamakta, onun dünyada ve ahirette kurtuluşunun reçetesini vermekte; sevgiye, rahmete ve merhamete yaslanan, ilahi âlemden akan bir sevgi selinin mümimleri kaynaştırarak nasıl bir toplum yaratacağı gibi hususlar açıklık kazanmaktadır. Bu şekilde Hünkâr Hacı Bektaş Veli bir ontolojik/ varlık, oluş felsefesi yapmakta, böylelikle yeni bir insan tipi yaratarak bunun toplumda yerleşmesini, yaygınlaşmasını temin ederek yeni bir insanın ve toplumun oluşumunu hedeflemekte, dolayısıyla aynı zamanda bir ahlak ontolojisini de devreye sokmaktadır.”
Fatiha Tefsiri
Hüseyin Vassâf, Hacı Bektaş Veli’ye ait Tire Kütüphanesi’nde Fatiha Tefsiri adlı bir eserin mevcudiyetinden, ancak yangında helak olduğundan bahsetmektedir. Günümüzde eserin bir nüshasına Hüseyin Özcan tarafından İngiltere’de British Museum Libraryde rastlanmış, Süleymaniye Kütüphanesi’ndeki diğer nüsha ile karşılaştırmalı olarak yayınlanmıştır. Ayrıca İstanbul Büyükşehir Belediyesi Atatürk Kitaplığında bulunan bir nüsha da ayrıca neşredilmiştir.
Eserin başında “Sultan el-Hac Bektâşü’l-Horasânį rahmetullahi aleyh ol din çerağı, iman nurunun bağı, erenlerin durağı şöyle beyan kılar kim” ifadeleri yer almaktadır. Bu bilgi ve tefsirin Besmele Tefsiri ile benzerlikler göstermesi eserin Hacı Bektaş Veli’ye ait olduğunu göstermektedir.
Eser Peygamberimize naat bölümü ile başlamakta, daha sonra Hz. Peygamber’in miraca davet edilmesi ve burada gördükleri anlatılmaktadır. Miraç anlatımının ardından tefsirin ana bölümü gelmektedir. Hacı Bektaş Veli bu tefsiri yazarken Kur’an-ı Kerim, Malikî hadisler ve Hurufî kaynaklardan yararlanmıştır. Bu özelliklerinden dolayı tefsir ne tam bir rivayet tefsiri ne de tam bir dirayet tefsiridir.
Hadis-i Erbain Şerhi
Sufiler arasında Kırk Hadis türünde eser vermek yaygın bir gelenektir. Hacı Bektaş Velî’nin de bir Hadîs-i Erbaîn Şerhi bulunduğunu ilk olarak Gölpınarlı bildirmiştir. Gölpınarlı, Darülfünun Edebiyat Fakültesi Reisülmüderrisini Bektaşi Mahmut Bey Baba’ya ait bir mecmuada Hacı Bektaş Veli’nin Hadis-i Erbain Şerhi’ni gördüğünü ve istinsah ettiğini yazmaktadır. Ancak bu eserin herhangi bir nüshasına kütüphanelerimizde rastlanılamamıştır. Eserin bir nüshası, Fatiha Tefsiri ile birlikte Hüseyin Özcan tarafından 2008 yılında İngiltere’de British Museum Libraryde bulunmuştur.
Hadis-i Erbain Şerhi adlı eser “fakr” kavramının önemi, dervişliğin ve fakirliğin faziletleri, dervişlere ve fakirlere yardım edenlerin kazanacağı mükâfatlar ve fakirleri hor görenlerin karşılaşacağı cezaların anlatıldığı kırk adet hadisin şerhinden ibarettir.
Diğer Eserleri ve Şiirleri
Hacı Bektaş Veli’ye ait olduğu ifade edilen başka eserler de bulunmaktadır. Gölpınarlı’ya göre Hacı Bektaş Veli’nin iki sayfalık bir Şathiye’si vardır. Bu şathiyeyi 1680 yılında Enveri mahlasını kullanan Hurufi ve Nakşi bir yazarın manzum ve mensur olarak şerh ettiği nakledilmektedir. Bu şathiye şu an herhangi bir kütüphanede tespit edilmemiş olup yazılı kaynaklarda varlığı zikredilmektedir. Ayrıca Hundanâme ve Üssü’l-Hakika adlı iki eserin de Hünkâr’a ait olduğu söylenmekteyse de şimdiye kadar bu eserlerin de hiçbir nüshasına rastlanmamıştır.
Bazı kaynaklarda Hacı Bektaş Veli’ye atfedilen şiirlerle karşılaşılmaktadır. En meşhur şiiri “Hararet nardadır sacda değildir” dizesiyle başlayanıdır. Bununla birlikte Hacı Bektaş Veli’ye ait olduğu söylenen şiirlerin onun eserlerini istinsah eden veya Türkçeye çeviren şairler tarafından kaleme alındığı da ifade edilmektedir. Yine Hacı Bektaş Veli’ye atfedilen şiirlerin onun nefes evlâdı olarak zikredilen Yusuf Bali oğlu Bektaş Çelebi (1554-1580)’ye ait olduğu Gölpınarlı tarafından ifade edilmiştir. Bu şiirlerin dilinin 13. yüzyıla ait olmadığı hemen anlaşılmakta olup bu tür şiirlerin zamanla uyarlama ve sadeleşmeye uğradığı olgusu hesaba katılmalıdır. Hacı Bektaş Veli’ye nispet edilen birkaç şiir şöyledir: Hararet nardadır sacda değildir Dervişlik hırkada tacda değildir Her ne arar isen insanda ara Kudüs’te Mekke’de Hac’da değildir Sakın bir kimsenin gönlünü yıkma Gerçek erenlerin sözünden çıkma Eğer insan isen ölmezsin korkma Aşığı kurt yemez ucda değildir
Hacı Bektaş Veli’nin Tasavvuf Anlayışı ve Düşünce Sistemi
Hacı Bektaş Veli’nin fiziksel görünümü ile ilgili kaynaklarda uzunca boylu, narin yapılı, sakallı, iri ela gözlü, açık alınlı, elmacık kemikleri belirgin, sakin ve konuştukları ile çok etkileyici bir şahsiyet olduğu nakledilmektedir. Hayatı hakkında sınırlı bilgilere sahip olduğumuz, yaşadığı dönemde ve sonrasında büyük saygınlığı olan Hacı Bektaş Veli, “Horasan erenleri” diye bilinen Kalenderiye akımına mensup sufilerdendir. Dolayısıyla Horasan Melametiye mektebinden ve Yesevi dervişlerindendir. Bu itibarla Baba İlyas’a intisap etmeden önce Yesevi geleneğini koruyan Haydarilik tarikatına mensuptur.
Anadolu’ya geldikten sonra Baba İlyas tarafından temsil edilen Vefailik tarikatı çevresine katılmıştır. Taşköprülüzâde onun hakkında “keramet ehli bir velidir. Üzerinde kubbesi olan kabri Türkmen beldesindedir. Yanında bir zaviyesi vardır. Onu teberrüken yapılan dualar kabul olunur. Bazı zındıklar, onun söylemediği sözleri yalan olarak ona nispet ettiler. Hâlbuki o, bu söylenen sözlerden kesinlikle uzaktır.” demektedir.
Velayetnâme’de Hacı Bektaş Veli’nin ömrü boyunca bir kerecik olsun nefsinin muradını vermediği, hiç kimsenin ayıbını görüp yüzüne vurmadığı, abdestsiz yere basmayıp bir an ibadetten ayrılmadığı ifade edilmektedir. Bu ifadeler onun kemale ermiş bir mutasavvıf düşünür olduğunu göstermektedir. Hacı Bektaş Veli sadece kendisi kemâle ermemiş, iyi kulları gayrete getirmek ve günahkârlara doğru yolu göstermek için ilahi âlemden kendisine ilham edilen arınma yollarını da göstermiştir.
Hacı Bektaş Veli’nin tasavvuf anlayışında “Yetmiş iki millete bir nazarla bakmak”, insanlar arasında din, dil, ırk, renk ayrımı yapmamak esastır. Hünkâr tasavvuf yolunda kişinin Allah’a kaç makamda ereceğini “Dört Kapı Kırk Makam” ismi verilen olgunlaşma basamaklarıyla açıklamıştır. Aslında “Dört Kapı Kırk Makam” öğretisi Anadolu’da gelişen Türk tasavvuf hareketini derinden etkileyen Ahmet Yesevi’nin Fakrnâme isimli eserinde ortaya konulmuş, bu öğreti onun izini takip eden Yunus Emre ve Eşrefoğlu Rûmî gibi mutasavvıfların fikir dünyasında da yer almıştır. Bu kapıları ve makamları eksiksiz yerine getiren kişi eksikliklerden ve manevi kirlerden kurtulup Allah’a ulaşıp erenlerden ve Allah dostlarından olur. Kendi benliğini eritip kemâle erer. Böylece kötülüklerden kaçarak herkese iyilik yapar, Hz. Peygamberin ve Hz. Ali’nin ahlakıyla ahlaklanır. Kendisine kötülük yapanlara dahi iyilik ile karşılık verir. Keza Hz. Peygambere “Neden herkesten çok Ali’yi seversin?” diye sorulduğunda şöyle buyurur: – Bir kişi size kötülük yapsa ne yaparsınız? – İyilik yaparız Efendim, derler. – Yine kötülük yapsa? – Yine iyilik yaparız, karşılığını verirler. Hz. Peygamber soruyu tekrarladığında; – Düşünürüz Ya Resulullah, karşılığında bulunurlar. Bunun üzerine Hz. Ali’yi çağırıp ona da aynı soruyu yedi defa sorar. Her defasında “İyilik yaparım” cevabını veren Hz. Ali; – Ya Resulullah! Kötülük yapan kötülüğünden usanmıyorsa, ben iyilik yapmaktan niye usanayım, diyerek o âl-i cenaplığını ispat eder. İşte Hacı Bektaş Veli’nin din anlayışında da Hz. Ali’nin o yüksek karakteri ve ahlakı hâkimdir.
Hacı Bektaş Veli’nin hedef kitlesi şüphesiz insanlardır. O, insanın dünya zevk ve nimetlerini terk edip, dünya malına meyletmekten ve şeytani sıfatlardan kurtularak gerçek insanlık onuruna erişebileceğini belirtmiştir. Bu hedef doğrultusunda müminleri dört gruba ayırmıştır. Bunlardan birincisi abitlerdir. Abit sıfatını taşımak için kişinin yapması gereken şeyler Hakk’a ibadetlerini eksiksiz yerine getirmek ve dünyayı terk edip ahireti sevmektir. İnsanları incitmemek, kibir, haset, buğz, cimrilik ve düşmanlık yapmamaktır. İkinci grup ise zahitlerdir. Bunlar tarikat topluluğundandır. Onlar ateş gibi yanıp bu dünyada kendi özünü pişirmeli, böylece ahirette türlü azaplardan kurtulmalıdır. Çünkü bir kez yanan bir daha yanmaz. Üçüncüsü ariflerdir. Aslı su olup bunlar marifet grubudur. Su hem temiz hem kirleri temizleyicidir. Arifler şirk kirini içlerine koymazlar ve kendilerini arındırırlar. Dördüncü grup ise muhipler olup asılları topraktandır. Bunlar hakikate ermiş kimselerdir.
Hacı Bektaş Veli’nin arınma yolunda yöntem olarak akıl, edep ve takvayı benimsediği anlaşılmaktadır. Ayrıca meydana getirdiği düşünce sisteminin özünde sevgi vardır. Buna göre kâinattaki tüm canlılar birbirine sevgi bağıyla bağlanmalıdır. Zira yeryüzü herkes içindir. Bu sevginin bir tezahürü olarak Hacı Bektaş Veli’nin çevresinde sadece insanlar değil, aslan, geyik, kurt, koyun, kuş, kartal gibi hayvanlar de sevgi içinde, dostça yaşamıştır. Bu itibarla menkıbelerde Hacı Bektaş Veli aslanın sırtında gezer, kuşlarla uçar, kuzularla konuşup çiçeklerle söyleşir. Bununla birlikte Hacı Bektaş Veli inandığı gibi yaşayan insanı hedef tutmuştur. Bu itibarla doğru bildiği yolda yürümek ve haksızlıkların karşısında durmak onun kişiliğinin bir parçasıdır.