
Hicret Ne Demektir?
Hicret kelimesi zihinlerde ilk olarak Hz. Peygamber’in o zamanlar küfür diyarı olan Mekke’den İslâm diyarı olmaya namzet olan Medine’ye olan göç hadisesini çağrıştırır.
Sözlükte “terk etmek, ayrılmak, ilgisini kesmek” anlamına gelen hecr (hicrân) masdarından isim olan hicret “kişinin herhangi bir şeyden bedenen, lisânen veya kalben ayrılıp uzaklaşması” demektir; ancak kelime daha çok “bir yerin terkedilerek başka bir yere göç edilmesi” anlamında kullanılır.1
Hicret, bir yerin terk edilerek başka bir yere göç edilmesi anlamına gelmektedir. Bu ayrılma beden ile olabileceği gibi, kalp veya dil ile de olabilir.2
Kur’ân-ı Kerîm’de yirmi yedi âyette, “hecr” kökünden türetilmiş kelimelerin olduğu otuzbir ayet vardır. Bu ayetlerde genel olarak Hz. Peygamber’in Mekke’den Medine’ye göçü kast edilmekte ise de hicret kelimesi “Kur’an’ı terketmek”, “bir kişiden veya gruptan ayrılmak”, “kötü şeyleri terketmek” ve “Allah uğrunda başka bir yere göç etmek” anlamlarında kullanılmıştır
Taberî’ye göre de “hicret”in kelime anlamı “iki kişinin aralarındaki husumetten dolayı dostluklarını ve ülfeti sona erdirmeleridir.” Daha sonra bu kelime “bir kimsenin kerih gördüğü herhangi bir şeyden uzaklaşması” anlamında kullanılmaya başlanmıştır.3
Terim anlamı ise Müslümanların müşriklerin hâkimiyeti altında yaşadıkları yerde ve civarında kendilerini güvende hissetmemeleri nedeniyle evlerini ve yurtlarını terk ederek güven içinde yaşayabilecekleri başka bir yere intikal etmeleridir.4

Hz. Peygamberin hicretini göz önünde tuttuğumuzda onun hicretinin ilâhi bir plan üstüne oturduğunu görürüz. Daha sade bir anlatımla Hz. Peygamber Medine’ye rastgele hicret etmedi. Mesela ilk muhacir Müslümanların çok iyi karşılandığı Habeşistan’a toptan gidebilirlerdi, ama bir grubun dışında oraya genel bir göç olmadı. Çünkü ilâhi plana göre İslâm, önce Ortadoğu’da neşvünema bulacak, dünyanın diğer yerlerine bu stratejik bölgeden yayılacaktı. Onun için Hz. Peygamber de öncelikle Medine’ye gönderildi.5
Hicretin Sosyolojik Yönü
Aliya İzzet BEGOVİÇ’in ifadesiyle “Hicret bir kaçış değil, Allah’a olan inancı daha iyi yaşatmak ve yaşamak için bir yer değiştirmedir.”6 Bu yönüyle hicret; cesaret işidir, fedakârlıktır. Dünyevilikten vaz geçip uhreviliği tercih etmektir. Bunlar ise büyük maddi ve manevi bedeller ödenerek yapılır ki bundan dolayı büyük bir fedakârlığı gerektirir.
Birçok ayette hicret cihatla birlikte anıldığı gibi bu ayetlerde ve diğer bazı yerlerde Allah yolunda hicretin önem ve faziletine işaret edilmiş, kişinin hayatını ve inancını korumak için vatanını terk ederek başka bir yere göçmesi sebebiyle karşılaşacağı zorluklara katlanması bakımından da İslâm’a bağlılığın göstergesi sayılmıştır.7
Nereden bakarsak bakalım hicret, tüm zorlayıcı nedenlerine rağmen iradi bir olgudur. Mesela zorla yaptırılan yer değiştirmelere tehcir (göç ettirme) adı verilir ve genel geçer göçten farklı bir şeydir. Tarih boyunca farklı nedenlere bağlı olarak zamanın siyasi otoriteleri tarafından bu mecburi yer değiştirmeler her ne kadar sonunda bir iskânı (zorunlu/ yerleştirmeyi) getiriyorsa da normal bir hicret sayılmazlar. Sosyolojik olarak insanlar için hicret/göç, şöyle ya da böyle sonunda yerleşmeyi getiren bir olgudur. Yani bir grup, nesil ve toplum için hicret/göç, hep öyle sürüp giden bir şey değildir. Konup göçme işi çoğu kere hep öylece sürüp gitmez bir yerde biter. Belli bir yerleşmeye yer vermeyen konup göçme olayına göçebelik denir ki bu bizim üzerinde durduğumuz hicretten/göçten farklı bir şeydir.8
Hicret sosyolojik olarak bir değişimin de başlangıcıdır. Hz. Peygamber ve ashabın Mekke’den Medine’ye hicreti bunun en müşahhas örneğidir. Hicretle birlikte kabile asabiyeti, kişinin şerefi veya kahramanlığı gibi değer merkezli davranışlar yerini, kuralcı ve müeyyideye dayanan yaklaşımlara terk etmiştir. Kan davaları asgarî seviyeye inmiş, mağdur olanlar haklarını kendileri almak yerine, hukuka sığınmaya başlamış, tedrici olarak hukuk devleti ilkeleri yerleşmiş, yürütmede, adalet temel prensip kabul edilmiştir. Netice olarak söylemek gerekirse, hicret; köklü toplumsal değişimin muharrik gücü, yeni bir medeniyetin, sevgi ve saadet dolu günlerin başlangıcı olmuştur. Hicretin başlattığı değişim, netice itibarıyla büyük bir başarıyla amacına ulaşmıştır.9
Bugün hicret dinamizmini yakalayabilmek için, mekân değiştirmek yerine zihinlerimizi hicrete tabi tutmamız şarttır. İçinde bulunduğumuz bu atalet ve çağa yenilmişliğe olan inanç teslimiyetini bırakıp kendimizi sorgulayıp kendimize gelmeye, bu asrın önümüze koyduğu sorunları çözmeye gayrete gelmeliyiz. Yani bu ataletten gayrete doğru bir zihin hicretine ihtiyacımız vardır.
Hicretin Menzilleri
İnsanoğlunun ilk hicreti Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın cennetten yeryüzüne hicretleriydi. Bu hicretin amacı yeryüzünde yaratıcının halifesi sıfatıyla onun hükümlerini yaşamak ve yaşatmaktı. Bu vesileyle yeryüzü ya mamur olacaktı ya da bu görev yapılmadığı takdirde onu harap edilecekti. İşin bu kısmında bir imtihana tabi tutulmak vardı. İlk hicretin anlamına binaen insanoğlu nefsaniyetten Rabbinin rızasına hicret edecek miydi? Hicret, bu yönüyle bir samimiyet ve fedakârlık imtihanından başka bir şey değildir vardır.
Hicret kelimesinin işaret ettiği müşahhas anlamından ziyade mücerred anlamına inildiğinde “kişinin herhangi bir şeyden bedenen veya kalben ayrılıp uzaklaşması” gibi daha genel bir anlamda düşünmek ve değerlendirmek gerekir. Bu şekilde kelimeye kıyamete kadar sürecek dinamik bir misyon da yüklenmiş olur. Nitekim Hz. Peygamber Efendimiz “Gerçek muhâcir, Allah’ın yasakladıklarından uzak duran kimsedir.” buyurmuştur.10
Hicret için istenmeyen, sıkıntılı bir yer, durum ve hâl gerekli iken mevcuttan daha iyi, hicret etmeye değecek başka bir yer, bir menzil de gerekecektir.
Hicretin birçok sebebi vardır. Bundan dolayı hicreti gerektirecek her sebebin de bir menzili olacaktır. Hz. Ömer’in rivayet ettiği bir hadisi şerifte Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
“Ameller niyetlere göredir. Kişi için niyet ettiği vardır. Hicreti Allah’a ve Peygamber’ine olan kişinin hicreti Allah’a ve Peygamber’inedir. Dünya için hicret eden ise, onu elde eder. Ya da bir kadın için hicret eden, onunla evlenir ve hicreti de hicret ettiği şeyedir.”11 vardır.
İnsan, iki kutuplu bir varlıktır. Bir kutbu rahmanidir, diğeri ise nefsanidir. Nefs iyi terbiye edilmediğinde şeytani zevk ve fiillere meyyal olacaktır ve sürekli insanı bunlara yönlendirmeye çalışacaktır. İşte insan bu özelliği nedeniyle bir kutbundan direğine doğru sürekli hicret halindedir. Bunlar bazen gelgitlerle tersine hicreti de beraberinde getirecektir. Bundan dolayıdır ki Efendimiz “Ameller niyete göredir” buyurmuştur.
Hicret yolunda ilk menzil, iman menzilidir.
Yani kalp ve zihin bağlamında iman ve inanç olarak Allah’ın birliği yani tevhittir. Kalben gerçek anlamda mümin olmak, kâmil manada Allah’a ve hükümlerine teslim olmak kişinin en büyük hicreti olacaktır. Gerçek iman ikiliği asla kabul etmeyecektir. Tevhid inancı bunu gerektirir. “Lâ İlâhe İllallah” kelime-i tevhidinin anlamı da budur. Bu cümleyi sadece dil ile söylemek yetmez, kalben de tasdik ederek bu tasdik ile sübuta ulaşan imanın gereğince yaşamak da gerekecektir.
Hicretin ikinci menzili tövbe menzilidir.
İman dairesine giren kişi geçmiş ile yüzleşerek iman öncesi hal ve fiillerinden dolayı pişman olup tövbe edecektir. Yüce Mevla Tahrim Suresi 8. Ayette; “Ey iman edenler, nasuh tövbe ile tövbe edin ki Allah da sizin kabahatlerinizi affetsin ve altlarından ırmaklar akan cennetlerine koysun.” buyurmaktadır.
Tövbe; yapılan kötülüğü, işlenen günahı veya kabahati günah olduğunu bilip, onu bırakıp terk ederek Allah’a dönmek, O’ndan affetmesini, bağışlamasını dilemek, yaptıklarından pişman olduğunu da belirterek yalnız Allah’a yalvarmak demektir.12
Sevgili Peygamber’imiz (asm.) bir hadis-i şeriflerinde: “Bütün Âdemoğulları günahkârdır, günahkârların en hayırlıları ise tövbe edenlerdir.”13 buyurarak tövbenin önemini belirtmektedir. Bu yönüyle tövbe günah işlemekten vaz geçmek suretiyle yapılan bir hicrettir
Hicretin üçüncü menzili kulluk menzilidir.
İnsanoğlu yeryüzüne yaratıcısını tanımak ve onun hükümlerince bir hayat sürmek amacıyla gönderilmiştir. Zariyat suresi 56. Ayette yaratıcımız “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” buyuruyor. Kulluk insan için bir fıtrat vazifesidir, yaratıcıya karşı bir teşekkür ifadesidir, ruhanî ve cismanî mekanizmaların yaratılış amacını gerçekleştirmeye yönelik bir kutsal eylemdir. Kulluk Allah’ın birliğini ve büyüklüğünü kabul etmekle başlar.
Kul olma hâli, sonsuz-sınırsız kudretin ve hikmetin sahibi Yüce Yaratıcı tarafından insana bahşedilen bir tür üst kimliktir. Bu sebepten olsa gerek ki Rasulüllah’ın vasıfları sıralanırken “kulu ve elçisi” denir. Kul olmak insan olmakla aynı anlamdadır.14 Kulluk bilinci ise kişinin her zaman Allah’ın huzurunda olduğu idrakiyle hayat sürmesidir. İşte bu hâl İslâm ahlâkının temelidir. Kulluk bilinci insanın attığı her adımda, aldığı her nefeste Allah’ın rızasını öncelemesi ve buna uygun fiil ve davranışlarda bulunması demektir. Buna bağlı olarak İslâm ahlâkı da kişinin kendi arzusu ile Allah’ın rızasını kazanmak için iyi davranışlarda bulunup kötülüklerden uzak durmasıdır. Kulluğun zıddı asiliktir, şakiliktir. Allah’ı bırakıp şeytana tabi olmaktır.
Hicretin dördüncü menzili ahlâk menzilidir.
Ahlâk Arapçada “seciye, tabiat, huy” gibi mânalara gelen hulk veya huluk kelimesinin çoğuludur. İslâm ahlâkı Kur›an-ı Kerîm›e dayanır. Yani her yönüyle Cenâb-ı Allah tarafından vahiy yoluyla belirlenmiş bir davranışlar manzumesidir.15Hicret; batıldan, boş şeylerden, ömrü israf eden her türlü arzudan uzaklaşarak hakka, hakikate, ahlâk ve irfana yönelişin zirvesidir.16
Hicret kavramını tarihsel göç anlamından ziyade genel ve manevi anlamda kullanıldığında kötülükten iyiliğe geçmek olduğunu görürüz. Bizzat Hz. Peygamber bir hadislerinde “Muhacir, Allah’ın yasakladığı kötülük ve günahlardan kaçınan kimsedir.” buyurmaktadır.17 Burada da terim anlamına uygun olarak hicret “Allah için kötülük ortamından iyilik ortamına geçiş” manasını taşımaktadır. Belki buraya dayanarak sufiler hicreti, nefsi terbiye etmek amacıyla halkı terk edip, seyri sülfik yolculuğuna çıkmak olarak yorumlamışlardır.18 Bu da genel anlamıyla güzel ahlâk demektir.
Kur’an-ı Kerîm’de Kalem Suresi 4. Ayette Resulullah(s.a.s.)’a hitaben: “Sen en yüce bir ahlâk üzeresin.” buyurulmuş ve Hz. Peygamber’in kendisi de: “Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim.” buyurmuştur.19
Hicretin beşinci menzili rıza menzilidir.
Allah kapısından içeri girildiğinde karşımıza birçok kapılar açılacaktır. Mesela kötü arkadaşları bırakıp iyi insanlara, dedikoduyu bırakıp ibadete, yalanı bırakıp doğruluğa, riyayı bırakıp samimiyete, kibri bırakıp tevazua, zulmü ve haksızlığı bırakıp merhamete, hasedi bırakıp gıptaya, kini ve nefreti bırakıp sevgi ve saygıya hicret edebiliriz. Keza israfı bırakıp tutumluluğa, gösterişi bırakıp sadeliğe, boş konuşmak yerine sükûta da hicret edebiliriz. Hatta ahlâk menzili bizi, sıradanlaştırdığımız ve içini boşalttığımız ibadetlerimizi daha bir şuurla yapmaya sevk eder. Örneğin namaz ibadetini ele alırsak Ankebût suresi 45. Ayette Yüce Mevla; “Sana vahiyedilen kitabı oku ve namazı kıl. Muhakkak ki namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah’ı anmak elbette (ibadetlerin) en büyüğüdür. Allah yaptıklarınızı bilir.” buyuruyor. Kötülüklerden alıkoyan namaz, mümine nasihatte bulunur; onun vicdanına hitap eder: “Yüce Allah’ın azamet ve kibriyasına delalet eden söz ve fiilleri içeren bu ibadeti yaptıktan sonra kötülükleri işler, Rabb’ine isyan edersen çelişkiye düşmüş olursun!” der. Zîrâ namaz kıldığı hâlde kötülükleri işleyen kişinin durumu, giydiği temiz ve güzel bir elbise ile çöplüklerde dolaşıp çöpleri karıştıran kimseye benzer. Zîrâ böyle bir elbiseyi giymiş olmak, onun anılan mekânlarda bulunmasına müsaade etmez. Namaz kılan mümin de Allah’ın huzurunda durmaktadır; o artık “takva elbisesini” giymiştir. Böyle bir elbiseyi giydiği hâlde kötülükleri işlemesi çöplükleri karıştırmak gibi olur.20
İbadetlerdeki şuur hali bizi kâmil insan olmaya götürür. Kul artık itminana yani iç huzura ermiştir. Bundan sonrası artık rıza menzilidir. Kulun Rabb’inden râzı olduğu Allah’ın da kulundan râzı olduğu büyük bir menzildir Rıza menzili.
Bu menzilde kul Rabb’ine döner. Rabb’i de ona “Kullarımın arasına gir!, Cennetime gir!” diye nida eder.21
Sonuç:
Bugün hicreti tam manasıyla anlayabilmek için hicretin manevi boyutuyla düşünmek gerekir. Hicreti sadece bir mekân değişimi ile sınırlı tutmak, zihinleri aldatmaktan başka bir şey değildir. Hicret yazımızın muhtevasından da anlaşılacağı gibi bir zihniyet meselesidir. Bir samimiyet imtihanıdır. Hz. Peygamber aslında Mekke’den Yesrib’e hicret etmiş ve Yesrib’i Medine’ye çevirmiştir. Bu anlamıyla Yesrib bir mekân ismi iken Medine o mekânın yaratıcının rızasına uygun bir şekle bürünmüş halinin ismidir. Yesrib ile Mekke’nin farkı; birisi bu zihin değişimine direnen diğeri ise bu zihin değişimini kabul eden insanların yaşadığı mekân olmasıydı. Yesrib de çok kolay Medine olmadı. Direnenler, gizli gizili bu değişimi baltalamak isteyenler vardı. Ancak kararlı mücadeleler ile Yesrib, Medine oldu. Nihayetinde geç de olsa Mekke halkı da zihinlerindeki ve kalplerindeki batıldan hakka hicret ederek Ümm-ül Kur’a ve Belde-i Tayyibe olmaya tekrar hak kazandı.
Hicret’ten bize kalan iki önemli ilke veya görev vardır:
Birincisi sürekli niyetlerimizi kontrol ederek, ‘kişisel yeri ve duruşu’ tespit etmenin zorunluluğudur. Herkes sadece ve sadece kendi niyetinden ve davranışından sorumlu olduğu gibi onu kurtaracak olan da kendi niyeti ve davranışıdır.
İkincisi ise Hicret›in gerçekte mekân veya zamanla irtibatının ortadan kalkmasıdır. Hicret, herkesin bütün zaman ve mekânlarda yaşayabileceği zihnî, itikadi, amelî ve ahlâki bir dönüşüm ve değişimden ibarettir. Binaenaleyh süflîlikten ulviliğe dönük her intikal, Allah’a doğru bir tevbe ve hicrettir.22
Birincisi sürekli niyetlerimizi kontrol ederek, ‘kişisel yeri ve duruşu’ tespit etmenin zorunluluğudur. Herkes sadece ve sadece kendi niyetinden ve davranışından sorumlu olduğu gibi onu kurtaracak olan da kendi niyeti ve davranışıdır.
Birincisi sürekli niyetlerimizi kontrol ederek, ‘kişisel yeri ve duruşu’ tespit etmenin zorunluluğudur. Herkes sadece ve sadece kendi niyetinden ve davranışından sorumlu olduğu gibi onu kurtaracak olan da kendi niyeti ve davranışıdır.
Birincisi sürekli niyetlerimizi kontrol ederek, ‘kişisel yeri ve duruşu’ tespit etmenin zorunluluğudur. Herkes sadece ve sadece kendi niyetinden ve davranışından sorumlu olduğu gibi onu kurtaracak olan da kendi niyeti ve davranışıdır.