Yazar
Doç. Dr. Said Mermutlu
Dicle Üniversitesi
Diyarbakırlı olan Nigâhî’nin doğum tarihi hakkında ne yazık ki kesin bir bilgiye ulaşamadık. Oldukça azına sahip olabildiğimiz hayatına dair bilgilerin bir kısmını Ali Emiri bizlere nakletmektedir: “Diyarbakır’ın ümmî şuarâsındandır. Ratb ü yâbis birçok eş‘âr eslâf hafızasında menkuş ve kendisi de isti‘dâd-ı tabiate malik olmakla birçok asârinşâdına muvaffak olmuştur. Asâr-ı mevcudesi içinde bir hayli değerli sözleri vardır”2 . Şiirlerinin bazı Diyarbakırlı şairler tarafından tahmis edilmesi, şiir sanatındaki yeteneğinin ifadesi olurken Ali Emirî’yi de haklı çıkaran bir sonuçtur. Mısralarının bugün bile dillerde yer bulması belki de söyleyişindeki samimiyet ve sadeliğin ifadesidir.
Biyoğrafisi hakkında bizlere bilgi ulaştıran diğer bir kaynakta Şevket Beysanoğlu, şâirle ilgili şu bilgileri verir; “Şeyh Şükrü3 merhumun, şâirimizin arkadaşlarından Abdülcelil Ağa’dan naklen bana vaktiyle verdiği malumata göre: Nigâhî Baba, daima Palancılar Çarşısı kahvesinde otururmuş, bir gece Ulu Cami avlusunda abasını başına çekerek uykuya dalmış, bir müddet sonra birden yerinden fırlayarak söylenmeğe başlamış:
Uyurken bu gece nagâh göründü çeşmime bir er
Suâl ettim nedir ism-i şerifin söyledi Hayder
(G.5)
Bu ruyadan sonra Nigâhî’de büyük değişiklik olmuş, mütemâdiyen söylemeye ve yazdırmaya başlamıştır”4 . Şairin bazı ğazellerinin Diyarbakırlı şâirler tarafından tahmis edildiğini ve bunlardan birinin de Şâir Sırrı Hanım olduğunu sözlerine ilave eden Beysanoğlu, Nigâhî’yi Bektaşî bir şâir olarak tanımlar5. Beysanoğlu’nu haklı çıkaran yorum, farklı şiirler ve dizeler arasında O’nun bu özelliğine vurgu yapan beyitler içerisinde şu mısralarda en net ifadesini bulur:
Sanma zâhid sen gibi dîvâre başım bağlıdır
Şîr-i Yezdân Hayder-i Kerrâr’e başım bağlıdır
Hâcı Bektâş-ı Velî Hünkâr’e başım bağlıdır
Ben rızâ bâbındeyem ikrâre başım bağlıdır (Msd1)
Hz. Muhammed’in (s.a.v) temsil ettiği “mürşid” lik postundan sonraki mertebe olan “rehberlik”, Hz. Ali’yi temsil eder ki belli başlı görevleri vardır. Dördüncü Halife Hazreti Ali’ye şiirleri arasında bu hitapla seslenen Nigâhî, böylece Bektaşilik’teki tasavvufî silsile-i merâtibe de işaret etmiş olur:
Emîrim rehberim şâhım ‘Alî tek şîr-i nerrendir
Hudâ’nın lutfudur bu sanmayın irs-i pederdendir
(Msm1)
Kirâmen Kâtibînem ben ‘ulûmun bâbıyem tahkîk
Hakîkat mahzeniyem hep benim ‘âşıklara rehber
(G.5)
“Hubb-u ‘Alî” konusu kabirde ve kıyamette azaptan uzak kalabilmenin vesilesi olması hasebiyle Halife’ye bağlılığı temellendiren ve O’na aşırı muhabbetin izharı olan özel iki adet şiir ve Ehl-i Beyt’e muhabbetin âdeta sınırlarını zorlayan münferit beyitler Divânçe’de yerini alırken:
Kelâm-ı “küntü kenz”in sırrını bîgâneden sorma
Muhibb-i hânedân-ı Hayder-i Kerrâr olandan sor
(G.5)
Sanma zâhid sen gibi dîvâre başım bağlıdır
Şîr-i Yezdân Hayder-i Kerrâr’e başım bağlıdır
(Msd1)
NİGÂHÎ çâr anâsırdan vücûdum
Ki bünyâd etdi Hak; cânım ‘Alî’dir
(G.9)
Yine, İsnâ Aşeriye’den Muhammed Bakır’a bağlılığını apaçık gösteren ve batınî anlayışın ifadesi olan şu mısralar:
Ehl-i Hakkem sanma ehl-i zâhirem
Emri teslîm-i Hudâ’ya hâzırem
Bende-i Sultan Muhammed Bâkır’em
Tekye-i ‘aşk içre ben bir zâkirem
(Msd2)
Ve şu beyitte de İmam Ca‘fer mezhebininin veyahut da anlayışının temâyülü sezilir âdetâ
Râhını bulmak dilersen Ca‘fer’in
Ol fenâfillâh bırak sîm ü zerin
(Msd2)
Nihayet Muharrem matemi, Nigâhî’nin şiirlerinde yer verdiği itikadi görüşünün birebir göstergesidir diyebiliriz:
İr kûy-i harâbâta iç bâde-i gülgûnu
Dök eşki NİGÂHÎ kim bu mâh-ı Muharrem’dir
(G.13)
Maksad bu imiş ey dil ol mâh-ı Muharrem’de
‘Âşık olan abdâle her dem dem-i ma‘temdir
(G.13)
Bütün bunlarla birlikte şunu ifade etmemiz yerinde olacaktır ki, şairimizin tasavvufî talakkisi örgütlü bir mensubiyet olmayıp ferdi bir bağlılığın ortaya çıkardığı şahsiyettir. O’nun şiirleri Bektâşî meşreb olmasının yanında, koyu bir Batınî yahut da Ca‘ferî inancını da temsil ettiğini göstermez; bir tasavvufî neşve ve yer yer vahdet-i vücud anlayışını ortaya koyarken belli bir tarikata mensubiyetini veyahut da münasebetini tam olarak anlayabilmemiz mümkün görünmemiştir. Ancak tasavvufî bir zevk ve cezbeye âşinalığı kendisinin maddi olarak ehl-i tarik zümreye dahil olmasını da şart kılmamıştır sanırız.
Şiirlerinin bir çok yerinde dost ve ahbapdan yana dertli olduğunu söylemekten çekinmeyen Nigâhî’nin, bütün yaşamı boyunca yalnız kalmayı tercih eden bir durumuna tanıklık eder okuyucu.
Bana düşmen göründü sıdk ile yâd etdiğim ahbâb
Meded senden ola bu bendeye ya Hazret-i Vehhâb
………………………
Ne dostumdan vefâ gördüm ne şefkat akribâlardan
Ümmîdim yok vefâdan geldi nefret âşinâlardan
………………………
Değil bir kimseden ben kendi dostumdan keder
çekdim
(Msd3)
Hatta öyle ki mısralarından çıkardığımız sonuç O’nun evliliğe olumsuz bakmadığı halde aynı kaygıları sebebiyle isteğine uygun bir evlilik bile yapamadığıdır:
Usandım bî-vefâ hakkaniyetsiz âdemoğlundan
Araram kendime bir yâr-ı sâdık bî-peder mâder
(G.5)
Nazım şekillerine bağlı kalarak söylenmiş Nigâhî Baba şiirlerinin6 , anladığımız kadarıyla önemli bir kısmını bir araya getirerek derli toplu bir divânçe düzeni içerisinde sunan Ali Emirî7 ’, öyle anlıyoruz ki divânına alamadığı şiirleri de olan şâirimizin vefat tarihini h.1277(m.1860) olarak verir . Ki ölürken seksen yaşı civarında olduğu9 ifade edilir. Eğer bu yaklaşık tarih dikkate alınacak olursa şâirimizin kesin olmamakla birlikte doğumunun h.1193/95(m.1780) civarında kabul edilmesi anlamına gelecektir.
Şairimizin bütün şiirleri doğrudan doğruya tasavvufla alakalıdır. Hatta O’nun, kendi şiirlerinde bir takım makamları geçerek ledünnî bilgilere ulaştığı çok net bir şekilde ifade edilmiştir. Divânçe’deki bu şiir tümüyle bu konuya ilgili tutulmuştur:
Biz mevâlî-meşrebiz ma‘nâ medâyih söyleriz
Bir mücevher-tab‘ız elfâz-ı fesâyıh söyleriz
Vahdet-i Hakk’ın cemâlin ravzâsın kıldık tavâf
“Küllü hîn innema’l-mevt”i serâyıh söyleriz
Bezm-i kudret cür‘asın nûş eyledik cem‘-i ezel
Hemdem-i erbâb-ı ‘aşkız hoş-nesâyıh söyleriz
Ta‘ân-ı ağyârız ammâ dost ile bil âşinâ
Her tabî‘atden geçüb biz bî-kebâyıh söyleriz
Mazhar-ı nûr-i tecellî olmuşuz Mûsâ gibi Anlamazlar nüktemiz bâd-ı revâyıh söyleriz
Hubb-i ehl-i beyt ile olduk ferîh ü müftahir
Ol mahabbet iktizâsınca ferâyıh söyleriz
Pendimiz olmuş tılsım-ı mahzen-i esrâr-ı ‘aşk
Nutkî evsâfız NİGÂHÎ nutk-ı vâzıh söyleriz (G.15)
Nigâhî şiirlerinde yer alan tasavvufî terimlerden “vahdet”, aynı zamanda şâirimiz için de varlığın birliği anlayışını ifade eden mefhumlardan olmakla birlikte görüşünün hakim temâsını oluşturmaz. “Allah her şeyi hem ilmiyle hem de vücuduyla kuşatmıştır”.10 Öyleyse mutlak olan vücud birdir, sonsuzdur ve O’nun haricinde, müstakil bir varlık yoktur.11 Şairimiz bir beyitinde de mutlak vücuda işaretle birlik ifadesini zikrederek gayrı anlayışları macera olarak niteler:
Gönül tahtında sultân bir olur birlikden ayrılma
Hevâ-yı nefse uyma evvelâ bu mâcerâdan geç (G.4)
“Her nereye bakılırsa orda Allah’ın vechini görmek” ifadesi, varlık hakkındaki düşünceleri temellendiren anlayışın başka bir izahıdır. Nigâhî bir mısraında Hakk’ın mutlak zâtını idrak edenlere işaretle, sahip olduğu düşüncenin bir bakıma sözcülüğünü de üstlenmiştir:
Bâde-i vahdet içüb humâr olanlar hayy olur (G.14)
Bazı şiirlerinde tevhidî yorumu ma’nen dillendiren Nigâhî, yer yer de vahdet mefhumunu zikrederek Tevhid-i hâlî : Allah’ın birliğini bizzat yaşayarak ve tadarak idrâk etmek demek olan tevhid şeklini ortaya koyduğuna şahit tutar bizleri. O bu makamın bir bireyi olduğunu açık bir şekilde dillendirir:
Vahdet-i Hakk’ın cemâlin ravzâsın kıldık tavâf
“Küllü hîn innema’l-mevt”i serâyıh söyleriz (G.15)
Katreyem ammâ velâkin bahr-i ‘ummân bendedir
Olmuşam vahdet-nişîn mühr-i Süleymân bendedir
(Msd1)
Bir olan Hakk’ın isim ve sıfatlarıyla tecelli edip çokluk halinde görünmesi12 olan “kesret”, kibir ve gurur anlamına gelen ve sadece Allah’a mahsus görülen benlik kelimesiyle müşterek mısrada bir araya getirilerek aslolan, vahdette kesret olan cem makamı yerine, kesrette vahdet olan tefrikaya işaret edilmek istenmektedir:
Sakın da‘vâ-yı benlik eyleme encâmı kesretdir
(Msm1)
İnsana düşen, kesret içerisinde vahdeti anlamak ve birlik sırrına ermektir. Tabi ki bunun bedeli de nefsin, isteklerinden geçerek bir takım sıkıntılara katlanması olacaktır:
Gönül katlan cefâya bâğ-ı kesretde safâdan geç
(G.4)
Kelime olarak “tecelli”, aşikâr olmak, zuhûr etmek manasına gelir. Gaybden gelen ve zâhir olan nurlardır.13 Vücudun mertebelere nüzulü tecelliler ve telebbüsler itibariyledir. Bu mânâ, bilfiil bu makamı manevî terakki yoluyla elde etmiş kimseye göredir.14 Tur dağında Allah’ın Hazreti Musa’ya tecellisi neyse şair de Rahmân’a apaçık tecellileriyle birlikte mazhar olduğunu, lakin başkalarının bunu bilmemelerini de yadırgamaz görünür:
Mazhar-ı nûr-i tecellî olmuşuz Mûsâ gibi
Anlamazlar nüktemiz bâd-ı revâyıh söyleriz
(G.15)
Tasavvufî mefhumlardan olan “cemâl”, âşığın ısrarlı rağbeti ve talebi üzerine maşûğun kemâlleri izhâr etmesidir. Cenâb-ı Hakk’ın lütuf, ihsân ve merhamet sıfatlarıyla tecellisi olan cemâl, Allah’ın müşâhede-i ilmiyye olarak, kendi zâtında ilk müşâhede ettiği ezeli bir sıfatıdır. O, müşâhede-i ayniyye olarak yarattıklarında bu sıfatı görmek diledi, bunun üzerine ayna gibi kendi cemâlinin aynını görmek üzere âlemi yarattı.15 Şair bu mefhumu “didâr” ile birlikte Vechullah karşılığında kullanır. Cemâlullah’ı görme hevesi ve arzusu mısralarına yansıyacaktır:
Yâ Rab beni pervâne gibi ‘aşka düçâr et
Yâ Rab beni yak şem‘-i cemâlinle ğubâr et
(G.3)
Mâh-i cemâlin gönlüme salmış ziyâ vu rûşeni
Neş’e-i ‘aşkın senin mest-i elest etmiş beni
(G.24)
Allah’ın didârına talip olan Hakk âşıkları ilkin cânlarından vazgeçmeleri gerekir(G.11); ki bunlar manası gizli şeyleri de anlarlar(G.14); sürekli hayy(diri-canlı)dırlar(G.14); Muhabbet neş’esini en iyi bunlar bilirler o halde bunlardan sormalı(G.10). Kâfir bile o saf cemâli görüp ziyâret ederse, küfrü kalkarak cehennem ateşinden kurtulur(G.22).
Niyâzım bârgâh-ı Hazret-i Hak’dan budur dâim
Beni yârâne hasret eyledin mahrûm-ı dîdâr ol
(G.16)
Olğunluk manasındaki “kemâl”, zat ve sıfatlar yönünden eksiksizlik gibi önemli bir özellik katarken, şair bunu elde etmenin pratik yolunu âşıka cânı fedâ etmekte ve gönlü zengin tutmakta görür:
Ger kemâl-i ‘izzeti bulmak dilersen ey püser
‘Âşıka cânın fedâ kıl gönlün et ğâyet ğanî
(G.24)
İnsanlar İlâhî kemâlden aldıkları pay oranında kâmildirler. İnsan-ı kâmil bu noktada en fazla nasiplenendir. Şair kendindeki kemâl hasletini Cenâb-ı Hakk’ın bir vergisi olarak düşünürken belki de bu hasletinin haklı övüncündedir:
Benim kesb-i kemâlım hep bana hüsn-i nazardandır (Msm1)
Kabûl etmem hilâf-ı güft ü gûaslâ ki ben hâşâ
Bana vermiş kemâl-i kâbiliyyet Hazret-i Mevlâ
(Msm1)
“Şem”: Mum. Divân şiirinde mum, çok zaman yanması ve ışık vermesi sebebiyle pervâneyle birlikte işlenir. Âşık pervâne olunca sevgilinin yüzü ve yanağı mum olur. Âşık yanarken mum gibi yanıp erir. “Pervâne” ise, geceleri ışığın çevresinde görülen küçük kelebek olarak muma âşıktır. Şair sevgilisini mum ışığına, kendisini de pervâneye benzeterek uğrunda ölüme hazır olduğunu söyler.16 Nigâhî de şiirlerinde aşk ateşinde eriyen âşıkların hâlini beyân için bu ikiliyi sıklıkla kullanır.
Yâ Rab beni pervâne gibi ‘aşka düçâr et
Yâ Rab beni yak şem‘-i cemâlinle ğubâr et
(G.3)
pervâne gibi aşk ateşinde yananlar iki dünyaya karşı duyarsız olarak dünya nimetlerine adeta sağır ve dilsiz olarak maksada ererler(G.4); sevgilinin cemâline hasret kalanlar ancak aşk ateşinde yanan pervâneler gibi(G.24); cânlarından geçerek bu hasrete son verebileceklerdir(G.11); muma düşkün pervâneler gibi Âşık’ın maksadı da sadece Cemâlullah’tır(Msd1); ezelden aşka yanan sâdık Âşık’lar misali, sevgilinin güzelliğinin âteşi çevresinde ebedi olarak dönen pervâler gibidir Âşık (G.19).
“Sır”, esrâr, râz, sırr-ı hikmet, mahzen-i sırr-ı Hudâ, “küntü kenz”in sırrı, vâkıf-ı esrâr-ı vicdân, sırr-ı İlâhî, esrâr-ı ‘aşk, vâkıf-ı esrâr, esrâr-ı zât, sırr-ı hikmet gibi kelime sıfat ve terkiplerle Divânçe’de yer alan bu mefhum aşk unsurlarının yanında daha çok Allah’ın sırrına vukûfiyetin ifadesini taşımaktadır.
El-emân ey mahzen-i sırr-ı Hudâ’nın mazharı
(G.22)
Âşinâ-yı ezelî olmayan âdem âhir
Sırra mahrem olamaz hâsılı bîgâne geçer
(G.12)
Kelâm-ı “küntü kenz”in sırrını bîgâneden sorma
(G.10)
Vâkıf-ı esrâr-ı vicdânın olan rind-i fakîr
İstemez âyine-i İskender’i câm-ı Cem’i
(G.27)
İlâhî sırlara riâyet etmek sufîlerin âdâbından sayılmıştır. Kuşeyri Risalesi’nde bu konuya değinilirken; “Kul ile Allah arasında saklı ve gizli kalan (mektûm, masûn) hallerin sır; hür ve asil kişilerin kalplerinin ise sırların mezarı olduğu” anlatılır.17 Veli kulları için, Allah tarafından ihsanda bulunulan bazı bilgiler vardır ki bunların ifşası tasavvufta asla hoş görülmez. Yine Kuşeyrî bu konuda şöyle der: ‘Âlimler ilmi yaymakla, velîler sırları gizlemekle görevlidirler. Eğer âlimler ilmin delillerini saklarlarsa kendilerine cehennem ateşinden yular takılır. Veliler ise sırlarını ifşâ ederlerse bu sırlar kendilerinden alınır.18 Şiirlerinde ketme (sır saklama) son derece bağlı görünen Nigâhî, bütün tasavvuf erbâbı gibi sırrın açığa vurulması taraftarı değildir.
Her tabîbe âşikâr etme derûnun derdini
Her ne derdin var ise eyler devâ Allah Kerîm
(G.20)
Rümûz-i ‘aşka bîâgâha‘mân-ı basîretdir
Bilenler söylemezler söyleyen bilmez ne hâletdir
(G.7)
Sâkın bülbül gibi feryâde düşme el duyar sırrın
Lisânın kendiyle yâr eyle zâr etme nevâdan geç
(G.4)
Bu sırra eren âdem beyhûde kelâm etmez
Takdîr-i ezeldendir bir hâlet-i mübhemdir
(G.13)
Ve bu sırrın istenmeden bile olsa başkalarına intikali, kendi ruh halini yansıtan bir beyitte dillendirilmiştir:
Hayf kim ben beni rüsvâ etdim
Râzımı ‘âleme ifşâ etdim (G.18)
Sufilerin esasları ve prensipleri, sırrın müşâhade (uluhiyyeti seyr ve temâşa) mahalli olduğunu icap ve ifade etmektedir.19
El-emân ey mahzen-i sırr-ı Hudâ’nın mazharı
El-emân ey ma‘den-i lutf u ‘inâyet el-emân
(G.22)
Ol benem kenz-i hakîkat bendedir esrâr-ı ‘aşk
Bendedir sırr-ı İlâhî bendedir envâr-ı ‘aşk
(Msd1)
Rind-i ‘aşkım aç gözün sanma tehî vîrâneyem
Ey NİGÂHÎ bizdedir esrâr-ı ‘aşkın mahzeni
(G.24)
Nakd-i cân sarf etmeyen bulmaz NİGÂHÎ ma‘rifet
Tâ ebed bîgânedir esrâre olmaz âşinâ
(G.1)
Gönül, bütün sırlara vâkıftır(G.6); Dünyaya düşkün ve muhabbeti olanlar, aşk sırlarından nasipsizdirler ve bunlar: aşkın, câhilliğin, Mecnûn ve Leylâ’nın da anlamından yoksundurlar(G.7); “enel-Hak” sırrına vâkıf olmak dileyenler için fenâyı terk ederek Hakk’a ulaşmak zarureti vardır(G.10); en kıymetli şeyini (cân) fedâ etmeyen biri için marifet sahibi olmak ve sırlara âşinâ olmak ebedîyyen mümkün değildir(G.1); Hazret-i Ali ve hânedânına muhabbeti olanlardan “küntü kenz”in sırrını sormak icâp eder(G.10).
Divânçesi’nin bazı beyitlerde Nigâhî, gönlünün Allah aşkıyla dolduğunu ve bu sırlara hazinedârlık yaptığını imâ eder âdeta:
Pendimiz olmuş tılsım-ı mahzen-i esrâr-ı ‘aşk
Nutkî evsâfız NİGÂHÎ nutk-ı vâzıh söyleriz
(G.15)
Rind-i ‘aşkım aç gözün sanma tehî vîrâneyem
Ey NİGÂHÎ bizdedir esrâr-ı ‘aşkın mahzeni
(G.24)
Eğer soran olur ise sırrımı
Âteşimle cayır cayır yakarım (Mrb1)
Kul ile Hakk arasında saklı ve gizli kalan (mektûm, masûn) hallere de sır denilir. Sırr-ı Hakk ise Hakk’tan başkasının bilmediği sır demektir.20 Ayrıca İlâhî sır anlamına gelen Sırr-ı Rubûbiyet, kayrılana bağlı bir sırdır. Rububiyet'de bir kayıran bir de kayrılan vardır.21
Rumûz-u ‘aşka herkes mahrem olmaz sırr-ı hikmetdir
O sırrı bilmeyen ğâfil sanur beyhûde da‘vâdır
(G.7)
‘Âşık-ı Hak tâlib-i dîdâr olanlar hayy olur
Mahrem-i dil vâkıf-ı esrâr olanlar hayy olur
(G.14)
Mürdedir ol kimse kim esrâr-ı zâtın anlamaz
Noktadan irşâd olub huşyâr olanlar hayy olur
(G.14)
Vâkıf-ı esrâr-ı vicdânın olan rind-i fakîr
İstemez âyine-i İskender’i câm-ı Cem’i
(G.27)
Tasavvufi kavramlardan olan “Gönül” ve etrafındaki benzetmeler (mâh, şâh, âgâh, nazargâh, râh, beyt, karârgâh, mekân-ı Hakk, vîrâne, Mürg, Gönül tahtı)şairimizin şiirlerinde en fazla yer verdiği kavramlardandır. Divânçe’de yer alan bir şiirinde şair, “Gönül”ü redif olarak kullanmıştır.
Vücûdun mülkünün mâhı gönüldür
Bütün a‘zâların şâhı gönüldür
İki gözdür ânın sûretin yeri
Kamû esrârın âgâhı gönüldür
Mu‘âzzamdır gönül arz u semâdan
Ol Allah’ın nazargâhı gönüldür
Olursa bir kişinin çeşmi a‘mâ
Yürüden gösteren râhı gönüldür
Gönül yıkmaz bu pendi gûş edenler
Hudâ’nın beyti billâhi gönüldür
Münezzehdir Hudâ herbir mekândan
Fakat anın karârgâhı gönüldür
Sorarsa kim mekân-ı Hakk’ı senden
NİGÂHÎ söyle vallâhi gönüldür (G.6)
Şair, virâne gönlünün ancak aşk ile âbâd olabileceğini(G.3) belirtirken; bu şekilde lutuf ve iltifata muntazır(G.27) olabileceğini söyler; Yuvadan ayrılıp yârin semtine uçurulan gönül kuşu(G.19); elbette Âşık’ın gamzelerini yuva eylemiştir(G.24); Kâinâtın efendisi olan Hazret-i Muhammed’in (s.a.v) aşkının, gönlünde sürekli bir hâl almasının kendisi için büyük bir devlet olduğunu söylerken, yine bir mısrasında gönlüne sevdâ dilenciliği yaptırır şair(G.18).
Tevhid konusunu temellendiren mısralarından birinde şair, adeta bir ahlak hocalığı yaparken aynı zamanda mutasavvıf kimliğe yaraşır bir telkinâttadır:
Gönül tahtında sultân bir olur birlikden ayrılma
Hevâ-yı nefse uyma evvelâ bu mâcerâdan geç (G.4)
“Aşk”, kulun Allah’a karşı duyduğu sevgidir. Gönülden ve candan sevmek demek olan mahabbet22, kulun kalbinin tabiî bir şekilde Allah’a ve O’na ait olan şeye meyletmesi ve yönelmesidir23. Bir Âyet-i Kerime’de “Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler”24 ifâdesiyle, Allah’ın kuluna olan mahabbeti, ona hayr irâde etmesi ve ona rahmet etmesi; itâatkâr bir müminin sıfatı olan kulun Allah’ı sevmesi ise, rıza talebiyle O’na yakın olma arzusuyla rahatın elden bırakılması. O’nun kemâl vasıflarıyla itminan bulup, ünsiyet ederek, Allah’ı ululamak ve yüceltmek manasına gelen25 mahabbet, Allah’a kavuşmak için en önemli bir makamdır.
Aşk ya beşerî (mecâzî) veya İlâhî (hakiki) olur. Mutlak zât, yani Allah’ı sevmek ve her şeyden vazgeçmek olan hakiki aşkın kaynağı: “Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi istedim, âlemi yarattım” kudsi hadisidir26. Bu hadisin işaretine göre mahabbet, ilkin Allah’tan zuhur ederek bütün kâinâtın yaratılışına sebep olmuştur. Nigâhî’nin şiirlerinde görünen odur ki aşk, salt İlâhî (hakiki) anlamıyla işlenmiş ve (Aşk, abdâl-ı ‘aşk, gam-ı ‘aşk, râh-ı ‘aşk, rümûz-i ‘aşk, kenz-i ‘aşk, tekye-i ‘aşk, ‘âşık-ı sâdık, rind-i ‘aşk, mi‘mâr-ı ‘aşk, hammâr-ı ‘aşk, esrâr-ı ‘aşk, envâr-ı aşk, ‘âşk-ı Hakk, ‘aşk esrârı, gülşen-i ‘aşk, derd-i ‘aşk, zebûn-i ‘aşk, şevk-i ‘aşk, neş’e-i ‘aşk, kenz-i ‘aşk, mecnun-i ‘aşk, şeydâ-yı ‘aşk) gibi kelime isim ve terkiplerle şiirlerde yer almıştır
Şair, bütün derûnunu kaplayan aşk şevki ve muhabbetinin(G.9); Kendisine Hazret-i Hakk’tan geldiğini söyler ve(Msm1); Aşka bulaşmasını, âşıklarla düşüp kalkmasına bağlarken(G.23); Pervâne misali aşka düçar olmayı ve O’nun cemâlinin mumunda yanarak toz parçası haline gelmeyi niyâz eder(G.3); Ki virâne olmuş gönüle çâre aşk ile vâr olmaktır, çünkü bu aşk sayesinde fenâ diyârından âzâde olacaktır (G.3); Leylâ ‘aşkın, câhilliğin ve Mecnûn’un ne olduğunu nerden bilecektir(G.7); Muhabbet ve ‘aşkın neş’esini Allah’ın didârına ‘âşık olandan ve ‘aşk şarabını içip sarhoş olandan sormalı(G.10); ki bunlar yani aklını aşk yüzünden yitirecek duruma gelenlerin derse de nasihate de ihtiyaçları olmaz(G.11); işte bu ‘aşk neş’esidir kendisini elest sarhoşu yapan(G.24); aynı zamanda onu aşk mecnununa döndüren bu sarhoşluk kimsenin umrunda da değildir(Msd3); Çünkü dünya mecburu olanlardır aşk esrârına sahip olamayanlar(G.7).
Bir beyitte şair, kendisini aşk dervişi olarak takdim ettikten sonra, ta ciğerinde tutuşan ah ateşinin, derununu istila ederek, kelâmını dahi saf cevhere dönüştürdüğünü söyler:
Ben ol abdâl-ı ‘aşkam sûz-i âhım tâ ciğerdendir
Ğam-ı ‘aşk ile memlû’um kelâmım sâf güherdendir
(Msm1)
Sıkıntılı ve çileli bir hayata talip olmak, mükemmelik ve Allah’a kurbiyetin yolunda önemli bir kavşaktır. İşte bu noktada eziyet yönünü gösteren tabela, aşk mekânının son durağıdır adeta. Öyleyse hedefe ulaştıracak istikamete girmekten başka çare yoktur. Aşkın azabından ziyade onun zevk ve mutluluk kaynağına ulaşmayı göze almıştır şair27:
Yâ Rab beni pervâne gibi ‘aşka düçâr et
Yâ Rab beni yak şem‘-i cemâlinle ğubâr et (G.3)
Yâ Rab dilerem eyle beni ‘aşk ile rüsvâ
Yâ Rab beni Mansûr gibi dâre süvâr et (G.3)
Aşk derdiyle hastalanan âşık başkasından asla devâ ummamalıdır. Zîrâ bu hastalığın maddi bir rahatsızlık olmadığının, onu maddi rahatsızlıklardan arındıracak bir sürecin başlangıcı olduğunun bilincindedir âşık. Öyleyse başka devâlar aramaya gerek de yoktur:
Marîz-i derd-i ‘aşka kendi kendinden irer dermân
Taleb kılma devâyı kimseden özge devâdan geç
(G.4)
Tabii ki aşkın olduğu yerde sırdan söz etmemek mümkün değildir. Aşkın derinliğine vâkıf olmayanlar, beyhude zannettikleri aşkın aslında hikmetinden ve sırrından da bîgânedirler.
Rumûz-u ‘aşka herkes mahrem olmaz sırr-ı hikmetdir
O sırrı bilmeyen ğâfil sanur beyhûde da‘vâdır
(G.7)
Bezm-i ezele göndermede bulunan bir beyitte, sâdık âşıkların aşka ta ezelden yanık oldukları bilinmelidir:
Yanar ‘aşka ezelden ‘âşık-ı sâdıkları gördüm (G.19)
Eğer eksiksiz bir sayğı görmekse murat, âşığa fedâ edilerek vazgeçilecek bir cânla, zengin bir gönlün varlığı kaçınılmaz olacaktır:
Ger kemâl-ı ‘izzeti bulmak dilersen ey püser
‘Âşıka cânın fedâ kıl gönlün et ğâyet ğanî (G.24)
Mutasavvıflara göre tasavvufî mertebeler kırk makamda tamamlanır. Bunların on tanesi şeriatta, on tanesi tarikatta, on tanesi marifette ve diğer on tanesi de hakikattedir.28 Nigâhî şiirlerinde sadece mefhum olarak yer alır bu kelimeler.
“Şeriât” mefhumuna şiirleri içinde bir mısrada yer veren şairin, özellikle dinine sermaye olarak gösterdiği şeriât, aynı zamanda ona sımsıkı bağlılığının bir ifadesi olsa gerektir.
Husûsen dînimin sermâyesi ‘ilm-i şerî‘atdır (G.8)
Yine sadece bir mısrada görebildiğimiz “tarikat” mefhumu, Şeyh Ahmed Çelebi’yle ilgili tutularak kaleme alınmıştır.
El-emân pîr-i harâbât-ı tarîkat el-emân (G.22)
“Marifet” ise, tecrübî ve amelî bilgi; tanımak âşinâ olmak anlamlarına gelir ki ruhanî hallerin yaşanılarak manevî ve ilahî hakikatlere ulaşıp bilgi ve irfânı elde etmektir. Hakk’ın sâlike verdiği bilginin adıdır marifet.
Bir beyitte yer alan bu kelime farklı beyitlerde daha çok ârif, irfân şeklinde kullanılmıştır
Allah’ın sırlarına vâkıf olabilmek için cânını ortaya koyamayan hiç kimse, marifet sahipliğini elde edemez:
Nakd-i cân sarf etmeyen bulmaz NİGÂHÎ ma‘rifet
Tâ ebed bîgânedir esrâre olmaz âşinâ (G.1)
Bunu söylerken de ilim ve irfân sahibi olduğunu açıkça ortaya koyar:
Bihamdillah nasib etdi bana Hak ‘ilm ü ‘irfânı (G.8)
Bunun yanında ehl-i İslâm’a da irfan sahibine de rağbet kalmamasından yana müştekidir şair. Bu durum O’nu son derece rahatsız etmekte ve mâtemle eş tutmaktadır:
Ehl-i İslâm’a merd-i ‘irfâna rağbet kalmadı
Ağlayub şimden gerü eyle NİGÂHÎ mâtemi (G.25)
Cihânda kalmadı hayfâ ki rağbet ehl-i ‘irfâna (Msd3)
Allah’ın arifleri bigâne olarak görünseler de(G.11); ibret nazarıyla bakar(G.12); ve rumuzları da tefekkürdür(G.21)
Allah’la kul arasında olup bitenin kalbe zahir olması sonucu, kulun kendi vasıflarının yerine Hakk’ın vasıflarının konulması ve gerçeklere tanıklık edilmesi olan “Hakîkat”, kenz, ehl, mahzen, akl ve ilm gibi kelime ve terkiplerle mısralarda sıralanarak Nigâhî’nin, tasavvufî anlamda dört kapı olarak adlandırılan şeriât-tarikat-hakikat ve ma’rifet içerisinde en fazla yer verdiği mertebedir.
Hazret-i Ali ile ilgili kaleme alınmış olan bir şiirinde, Peygamberimizin (s.a.v) bir hadisine gönderme yapılarak O’nun ilmin kapısı, hakikat mahzeni ve âşıklara rehber olduğu anlatılır:
Kirâmen Kâtibînim ben ‘ulûmun bâbıyım tahkîk
Hakîkat mahzeniyim hep benim ‘âşıklara rehber
(G.5)
Bir başka şiirde Nigâhî, kendini hakikat denizinden addederek, konuştuğu her kelâmın o denizden çıkan bir inci ve mücevher olduğunu söylerken, bu makamın sahipliğini üstlenir:
Hakîkat bahr-ı zâtımdır kelâmım dürr ü gevherdir (G.8)
Yine hakikat adamı olduğunu ve Allah’a teslim olmuşluğunun üstüne basa basa haykırdığı şu mısralar şairin, hakikat ehli olmadıkça zahirden değerlendirmenin yanıltıcı olabileceğini ortaya koyan düşüncesini sergiler:
Ehl-i Hakkem sanma ehl-i zâhirem
Emr-i teslîm-i Hudâ’ya hazırem (Msd2)
Şeyh Ahmed Çelebi hakkındaki bir şiirde, şu mısralar sözkonusu olan şahsın bu mefhumlarla ilişkili tutulduğu mısralardır:
El-emân ey rehber-i ‘akl-ı hakîkat el-emân (G.22)
El-emân ey mekteb-i ‘ilm-i hakîkat rehberi (G.22)
Muhammed Şaban Kâmî ile ilgili tutulan bir mısra O’ndan, hakikat mahzenine mazhar olan bir peyğamber vârisi olarak bahseder:
Enbiyânın vârisi kenz-i hakîkat mazharı (G.26)
Fenâ makamlarından sadece “fenâfillah”a yer veren Nigâhî, on iki imamdan biri olan Ca‘fer’in yolunu takip için fenâfillah olmak lüzumu üzerinde ısrarcı görünür. Bunun için de dünya ve mülkünün terkini önerir:
Râhını bulmak dilersen Ca‘fer’in
Ol fenâfillâh bırak sîm ü zerin (Msd2)
“Lutuf, İnayet”: İhsan ve kayırma. Hakk’ın insanı kayırması, koruması ve kollaması, ona destek olması29 demektir:
‘Atâ senden ola ya Rab ‘inâyet evliyâlardan (Msd3)
Divânçe’deki Ahmed Çelebi şiirinde lûtuf ve iltifat beklentisi içerisinde aynı şahsın nazarına sığınılmaktadır:
El-emân ey ma‘den-i lutf u ‘inâyet el-emân
Dâimâ manzûr-ı lutf u iltifâtındır gönül (G.22)
Şaban Kâmî hakkında yer alan şiirlerinden bir mısra, söz konusu kavramın O’nun şahsından beklenilen bir ihsana işaret eder:
Dâimâ manzûr-ı lutf u iltifâtındır gönül (G.27)
Aşağıdaki beyitlerde, söz konusu kavramların Cenâb-ı Hak’la ilişkilendirilerek O’nun lutfuna ilticâ söz konusudur:
Yâ Rab bâ-kemâl-ı şeref-i nûr-i Muhammed
Yâ Rab bana sen merhamet ü lutfunu yâr et
Yâ Rab bu NİGÂHÎ nazar etmez bu fenâya
Yâ Rab anı lutfun ile âzâde-i nâr et (G.3)
“Mazhar”,Allah’ın tecelli ve zuhur ettiği yer. Varlıklar ise Allah’ın tecellilerini aksettiren birer aynadırlar.30 Bu kısa tanımdan sonra şiirlerde yer alan mefhum şu beyitlerde karşımıza çıkar:
NİGÂHÎ Hak Kerîm’dir kıl tevekkül Hakk’a sabr
eyle
Erersin vasl-ı dildâre olursun lutfuna mazhar
(G.5)
Mazhar-ı nûr-i tecellî olmuşuz Mûsâ gibi
Anlamazlar nüktemiz bâd-ı revâyıh söyleriz
(G.15)
Enbiyânın vârisi kenz-i hakîkat mazharı (G.26)
Bir işi birine bırakmak, Allah’a güvenerek teslim olmak demek olan “tevekkül” Kur’an’da bir çok âyette de yer bulur. Tasavvufî kavramlardan sabır, lûtuf, mazhar ve tevekkül aynı beyitte zikredilerek Allah’a vâsıl olabilmenin araçları olarak gösterilir:
NİGÂHÎ Hak Kerîm’dir kıl tevekkül Hakk’a sabr
eyle
Erersin vasl-ı dildâre olursun lutfuna mazhar
(G.5)
Bırakmak ve vazgeçmek anlamına gelen “terk” tasavvuf kavramı olarak farklı şekillerde tabir edilmiştir: Terk-i dünya, terk-i ukbâ, terk-i hestî ve terk-i terk.
Tasavvufun esası terk-i dünyadır.31 Nigâhî beyitlerinde dünya nimetlerine, ahiretteki nimetlere ve varlığın Hakk’ta fânî olması haline dâir terkleri dillendirir:
Cîfe-i dünyaya gel etme NİGÂHÎ iltifat
Terk-i dünya terk-i ‘ukbâ kıl gedâ Allah Kerîm
(G.20)
Soyub tenden enâniyyet libâsın terk-i ‘âr eyle (G.4)
Terk-i tecrîdim beni hor görme yâ hû kıl nazar
İzn-i lillah tîr-i âhımla yıkarım kal‘anı (G.24)
Terk-i cân eyler NİGÂHÎ şevk-i dîdâr isteyen (G.11)
“Velâyet”, ermişlik, velilik, Hakk’ın kulunu, kulun da Mevlâ’sını dost edinmesi; Allah ile kulu arasındaki sevgi ve dostluk; Allah’ın kulunun, kulun da Allah’ın vekili olmasıdır.32 Ahmed Çelebî hakkında özel bir şiirde sadece kerâmet ve ilhama mazhar olabilen Allah’ın seçkin kulları için kullanılan velâyet-i hassa (özel velâyet) tabiri, yerinde bir niteleme olacaktır. “Velâyet Şâhı” ve “Velâyet tahtının son Sultanı” tabirleri şairimizin şiirin sahibine biçtiği değerin izahıdır:
El-emân ey sadr-ı ‘âlî-kadr-i taht-ı “men ‘aref”
(Ey) el-emân ey şâh-ı mecmû‘-i velâyet el-emân
Sende hatm oldu velâyet tahtının sultânlığı
El-emân ey sendedir mühr-i emânet el-emân
(G.22)
Tam “rıza” halindeki bir mutasavvıf ikrarına şahit tutulduğumuz mısra, her ne tecelli olsa da ona boyun eğen bir anlayışı ortaya koyar:
Ben rızâ bâbında yem ikrâre başım bağlıdır (Msd1)
Tasavvufta “sabır”, mükemmel (kâmil) insan olma yolunda ulaşılması gereken en önemli menzillerden, en temel makamlardan biri olarak kabul edilir.33 Başa gelen her belâyı bu Allah’tandır diyerek kabul etmek lazımdır. Eksiksiz sabır budur. Bu anlayışı destekleyen şair tabir yerindeyse vuslatın şifresini sabır üstüne kurar:
NİGÂHÎ Hak Kerîm’dir kıl tevekkül Hakk’a sabr
eyle
Erersin vasl-ı dildâre olursun lutfuna mazhar
(G.5)
Hattâ çekilen cefâların Allah’ın cilvesi olduğunu bilerek mutlu olmayı Hazret-i Eyyûb’un sabrıyla örneklendirir:
Sabr ile Hak verdi Eyyûb’e hayat-ı sıhhatı
Her cefâ bir cilvedir Hak’dan bil anı hurrem ol
(G.17)
Allah’ın isimlerinden biri olan “Rahman”, şairin sabrının güvencesi olmuştur:
Ey gözüm nûru Nigâhî sabr-ı Rahmân bendedir (Msd1)
Görünürdeki eşya ve olayların arkasındaki hakikatları ve sebepleri keşf yoluyla bilen ve kalp gözüyle gören tasfiye ehli, evliyâ34, demek olan batın ehli, şairimizin bir mısraında kişiselleştirilerek zâhir ehli olan ulemâ yerine ikâme edilmiş ve bu ilme mensubiyetini gözler önüne sermiştir:
Ehl-i Hakkem sanma ehl-i zâhirem (Msd2)
Vahdet makamından ayrı kalmak demek olan firâkın zıddı; Hakk’a ermek, kemâle ermek anlamına gelen “vuslat”tır. İşte tasavvufî manada âşığın nihaî hedefini ortaya koyan bir beyitte Nigâhî, sürekli gözyaşı döken âşığın bu halinin, dünya ve âhiret nimetleriyle ilgili beklentisinden kaynaklanmadığını; sadece ve sadece hasretiyle yanıp kavrulduğu yârine vuslat gözyaşları olduğunun altını çizer:
Mücerred dîdelerden eşk-i hasret dökmeden maksûd
Visâl-i yâre ermekdir ne dünyadır ne ‘ukbâdır
(G.7)
Yine tasavvufî makamlardan olan batınî sırlara mazhar olmak murâdı var ise, tasavvufî kavramlardan Terk’in şekillerinden terk-i dünya ile dünya nimetlerinden âhiret için vazgeçmeyi teklif eder:
Enel-Hak sırrına vâsıl olam dersen eyâ gâfil
Gelüb terk et fenâyı vâsıl-ı Settâr olandan sor
(G.10)
“Fakr”, yoksulluk, dervişlik, sâlikin hiçbir şeye mâlik ve sahip olmadığının şuurunda olması, her şeyin gerçek sahibinin Allah olduğunu idrâk etmesi; kişinin kendisini mutlak olarak Hakk’a muhtaç bilmesidir.35 Hatta mümkünse dünya elbisesinden sıyrılmak gerçek manâda sâdık bir şâh olabilmenin gereği sayılır. Bu hâl ile övünülmesi sufilikte önemli ve değerlidir. Şair, fakr yolunun fahr yoluyla kesiştiğini ifade eder:
Tarîk-i fahrı tut fakr ile fahr eyle kabâdan geç (G.4)
Fukarâyla fahr eyleyenlerdir o şâhın bendesi
Sıdk ile ümmet olanlar istemez câm-ı Cem’i (G.25)
Ger tarîk-i fakrı tutmaksa murâdın sâdık ol (G.1),
Tarikat ve ilgili mefhumlardan Dergah, Tekye, Zâkir, Pîr, Mürşid ve Kerâmet tespit ettiğimiz kadarıyla Nigâhî’nin şiirlerinde yer verdiği mefhumlardandır.
Şeyh Ahmed Çelebî hakkında yazılan şiirde bulunan bir beyit, ilgili mefhumlardan “dergah”a yer verirken, sevgilinin makamına ait bir benzetme olarak gösterilmektedir:
Hâk-ı dergâhan senin kim baksa hor olur ‘alîl
Hem olur merdûd kim kılsa ‘adâvet el-emân (G.22)
Tekye-Zâkir: Tarikatle ilgili bu iki mefhum da aynı mısrada zikredilir:
Tekye-i ‘aşk içre ben bir zâkirem (Msd2)
Pir: Bir mısrada geçer:
El-emân pîr-i harâbât-ı tarîkat el-emân
Bir beyitte kerâmet sahibi olan “mürşid”in aynı zamanda aşk derdinin tabibi; Hakk yolunun da öncüsü ve her müşkilin gidericisi olduğu söylenirken;
El-emân ey mürşid-i sâhib-kerâmet el-emân
Ey tabîb-i derd-i ‘aşk ey mürşid-i müşkil-küşâ
(G.22)
Pîşvâ-yı râh-ı Hak ey mürşid-i müşkil-küşâ (G.26)
Şair, eksiksiz bir saygıya ve ikrâma tâlib olunmak istendiğinde, âşığa fedâ edilecek bir câna, ve sınırsız bir ölçüde gönül zenginliğine ulaşılmasını; erenler meclisine dahil olup gaybî yetiye ulaşanların ise, kâmil bir mürşide el vererek kendini güvenceye almış olmalarına dikkat çeker:
Ger kemâl-ı ‘izzeti bulmak dilersen ey püser
‘Âşıka cânın fedâ kıl gönlün et ğâyet ğanî
Mürşidin tut dâmenin muhkem vücûdan mâlik ol
Gir erenler bezmine kaldır gözünden perdeni
(G.24)
Her mürşid evliyâdır lakin her evliyânın mürşid olması gerekmez. Evliyânın, dolayısıyla da mürşidin “kerâmet”i, özellikleri arasındadır. Mürşidin bu özelliği bir şiirde dillendirilir:
El-emân ey mürşid-i sâhib-kerâmet el-emân (G.22)
Elest bezmi : Tasavvuf ve edebiyatta en eski meclis olarak geçer. Allah’ın ruhları yarattığında onlara hitaben “Elestübi Rabbiküm (ben sizin rabbiniz değil miyim?)” buyurduğunda, onlar da “Kâlu Belâ (Evet, sen bizim Rabbimizsin) diyerek karşılık verdiler. İşte bu ahidleşme tasavvuf ve divan şiirinde gerek benzetme gerekse iktibas alınarak sıkça kullanılır. Şairimizin de mısralarında elest bezmi, bezm-i elest, ruz-i ezel ve kâlû belâ gibi muhtelif biçimlerde yer verdiği kelime, bu sahneyi adeta yeniden canlandırmaktadır:
“KâlûBelî” biâtını ettiğini(Msd2); o anda gönül levhine aşkının kazıldığını itiraf eden şair(G.8); ezel meclisinde tanış olmayanların asla sırra aşinalık edemeyecek bigâneler olduğunu söylerken(G.12); elest bezminin şarabını içenin bu aşkla sarhoş olarak mestâne şekline girdiğini(G.11); kendisinin de kudret bezminin şarabını içerek aşk erbâblarıyla hemdem olduğunu ve hoş sözler sarfettiğini(G.15); Tanrı’nın kalıcı meyini içenin zaten ahdine sadık kalacağını ve ikrarında kuvvetli olacağını sözlerine ilave eder(G.13).
Bu sırra eren âdem beyhûde kelâm etmez
Takdîr-i ezeldendir bir hâlet-i mübhemdir (G.13)
Mâh-ı cemâlın gönlüme salmış ziyâ vu rûşeni
Neş’e-i ‘aşkın senin mest-i elest etmiş beni (G.24)
Yaratılışın merkezini tasavvufi anlayışın ifadesi olan “Muhammedî nûr”36 oluşturur. Eğer bu nur olmasaydı, kâinât da yaratılmazdı.37
Mutlak varlıktan ilk zuhur eden şey, akl-ı evvel, yani Muhammedî Nûr’dur. Allah ilkin onu, daha sonra da onun vasıtasıyla bütün kâinatı halk etmiştir.
Akl-ı Evvel, yani “ilâhî bilinç” Hakk’ın kendini izhâr etmesinin ilk suretidir ve bu kevnî ölçekte Hazret-i Muhammed’e (s.a.v) tekâbul etmektedir. Ama buradaki Hazret-i Muhammed’in (s.a.v), Allah’ın elçisi olarak gönderilen bir Peyğamber olmasından çok önce kevnî (kozmik) bir varlık olduğu unutulmamalıdır. 38
Vücud birdir, gayrı değildir. Fakat bu vücudun batını bir nurdur ve alemin cânı ancak bu nurdur. Âlem bu nurla mâlâmâldır. Hayat, ilim ve irâde ve kudret-i mevcudat bu nurdandır. Ve bu vücudun zâhiri bu nurun tecellisidir.39
Hak Te‘alâ nur-i Ahmed’den yaratdı âdemi
Âdeme kıldı musahhar onsekiz bin ‘âlemi (G.25)
Nüsha-ı kübrâ dedi Âdem-i safiyüllaha Hak
Zât-ı pâkinden zuhûr etdi nebîler hâtemi (G.25)
Şiirlerinden anladığımız kadarıyla Nigâhî, “yaratılış”la ilgili beyitlerine iki anlam yükler. Bunlardan birisi su, ateş, toprak ve hava (dört unsur) ile oluşan yaratılıştır. Bir diğeri de daha ziyade “nüsha-i suğra” olarak kullanılan ifadenin yerine, insanın yaratılışının diğer bir ifadesi olarak seçtiği, nüsha-i kübrâ (büyük kâinat)'dır. Çünkü sûfilere göre büyük nüsha insandır, küçük nüshaysa kâinattır. İnsan, kâinatın özüdür ve evrenden süzülüp gelmiştir. İnsanda ne varsa kâinatta vardır.40 Mevlevî tekkelerinde, nüsha-i kübrâ yazılı kâğıt bir gümüş veya altın mahfaza içinde boyuna takılır.
Şiirlerde yer alan yaratılışla ilgili diğer mısralarda, insanın, ezelden, anâsır-ı erbaa (dört unsur) olan toprak, hava, su ve ateşten yaratılan bir nüsha-i kübrâ olduğu ısrarla vurgulanır:
Benem ol hâk u bâd u nâr u âbdan kim olan peydâ
Beni halk eyledi Hallâk-ı ‘âlem nüsha-ı kübrâ
(Msm1)
Âdemî-zâdem ezelden nüsha-ı kübrâ benem
Kudretinden halk olunmuş hikmet-i Mevlâ benem
Hâk u bâd u nâr u âbdan kim olan peydâ benem
(Msd1)
Aziz Mahmud Urmevî41’nin torunu ve İsmâil Çelebî42’nin oğlu olan, Nakşibendî şeyhlerinden “Ahmed Çelebî”43, Nigâhî’den yaklaşık iki asra yakın bir süre önce yaşamıştır. Adına bir şiir kaleme alınmış olması özel bir muhabbet ve saygının göstergesi olmalıdır.
Şair, Aziz Ahmed Çelebi’yi bir takım benzetmelere tabi tutarak överken O’nun: “Cömertlik suyunun menbâı, belâğat bağının bülbülü; Allah’ın sırlarına mazhar, inâyet ve lutuf madeni; Hakk yoluna reis ve doğru yolun sahibi, harabat yolunun piri; Hakk tarafından ezelden aziz olunmuş, kerâmet sahibi bir mürşid; aşk derdine tabib, müşkilleri hal eden, hakikat aklının rehberi; tâlibin matlubu, âşıkın maşuku ve muhabbet hazinesinin tılsımı” olduğunu anlatan çeşitli özelliklerini sıralar(G.22)
Yine aynı şiirin kalan bölümünü olduğu gibi veriyoruz:
Zât-ı Hak nûr-i celâlinden seni halk eylemiş
El-emân ey nokta-ı nûn-ı necâbet el-emân
Pertev-i ‘ulviyyeti dünyaya sensin gösteren
El-emân ey ahter-i burc-i sa‘âdet el-emân
El-emân ey sadr-ı ‘âlî-kadr-i taht-ı “men ‘aref”
(Ey) el-emân ey şâh-ı mecmû‘-ı velâyet el-emân
Sende hatm oldu velâyet tahtının sultânlığı
El-emân ey sendedir mühr-i emânet el-emân
Küfr-i kâfir ref‘ olur görse cemâl-ı pâkını
Nârdan bulur necât etse ziyâret el-emân
El-emân ey derdinin dermânı sen mecrûhların
El-emân ey şâfî-i eskâm u ‘illet el-emân
Pâdişâhım bendeni dilden ferâmuş eyleme
El-emân ey şâfî‘-i rûz-i kıyâmet el-emân
El-emân ey yakdı cânım hasret-i yevmü-l firâk El-emân ey çâresizdir derd-i hicrân el-emân
Hâk-i dergâhan senin kim baksa hor olur ‘alîl
Hem olur merdûd kim kılsa ‘adâvet el-emân
Hak-ı pây-ı hasretin kuhl-i cilâdır çeşmime
El-emân eyler NİGÂHÎ âh-ı hasret el-emân (G.22)
Nigâhî’nin büyük amcam diye belirttiği “Şaban Kâmî”44 için iki müstakil şiir kaleme aldığı anlaşılmaktadır. Ayrıca Ali Emirî’nin de, büyük dedesi olan Şaban Kâmî’den dolayı bir şekilde Nigâhî ile olan ırsî bağından söz edebilmek mümkündür. Kaynaklardan tespitini yaptığımız bilgiler ışığında, te’lif etmiş olduğu manzum ve mensur eserlerle45, dinî ve tasavvufî edebiyatta da hatırı sayılır bir yeri olan Kâmî, bir ilim adamı, mutasavvıf46 ve Divân’47ı olan şâirdir. Sadece Diyarbakır ve muhitinde onlarca öğrenci48 yetiştirmiş olan Şaban Kâmî’nin bu özellikleri Nigâhî’nin yazdığı beyitlerde ön plana çıkar.
Divânçe’deki iki şiirden birini aşağıya alıyoruz:
Ey ‘ulûm ashâbının lutf u keremde ekremi
Sâilânın dest-gîri ehl-i ‘ilmin a‘lemi
Vâkıf-ı esrâr-ı vicdânın olan rind-i fakîr
İstemez âyine-i İskender’i câm-ı Cem’i
Sâhib-i lutf u keremsin hem mürüvvet mahzeni
Hilkatin halka unutdurdu sehâ-yı Hâtem’i
Dâimâ manzûr-ı lutf u iltifâtındır gönül
Dest-i lutfunla yine zahm-ı dile ur merhemi
Hak-ı pâye ‘arz-ı hâl etdi NİGÂHÎ kemterin
Kâmiyâ Hak ‘aşkına et bu sevâb-ı a‘zami (G.27)
Bir diğer Kâmî şiirinde: “Hakikat ilminin mektebine rehber, sâdık âşıklara komutan; Hakk yolunun reisi, müşkilleri hal eden bir mürşid, enbiyanın vârisi ve hakikat mahzenine mazhar olan Kâmî’nin; Allah’ın sürekli kendisiyle olmasını, postunda dâim eylemesini; delili ve yârinin âhir zaman peyğamberi Hazret-i Muhammed’in (s.a.v) olmasını” temenni eder(G.26).
Nigâhî, dört büyük halifeden “Hazret-i Ali”ye olan muhabbetini Divânı’nın azamî kısmına yaymıştır. Bu sevgi her müslümanın halifeye duyması gereken sevgiden farklı; halifeyi kendine rehber ve emir edecek denli sınırsız bir muhabbetin izharı olmuştur:
Emîrim rehberim şâhım ‘Alî tek şîr-i nerrendir
Hudâ’nın lutfudur bu sanmayın irs-i pederdendir
(Msm1)
Sanma zâhid sen gibi dîvâre başım bağlıdır
Şîr-i Yezdân Hayder-i Kerrâr’e başım bağlıdır
(Msd1)
Divânı’nda yer verdiği şiirlerden iki müstakil şiiri Hazret-i Ali’ye ayıran Nigâhî, Halifeden, Hayder-i Kerrâr, Hayder, Şâh, Şîr-i Yezdân, Şâh-ı Hayber, Şîr-i Hak gibi isim ve sıfatlar kullanarak bahseder.
Küntü kenz’in sırrını Hayder-i Kerrâr olandan sormalı (G.10); Allah’ın Arslanı olan Ali, Şâh’dır (Msd2); Hazret-i Ali’nin sâdık ve vefâkâr kölesi olan Kanber gibi olmak için Şair sözüne kulak verilmesi taraftarıdır (Msd2); Gönlünü Hakk’ın hazinesine, dilini de Hazret-i Ali’nin kılıcına benzeterek (G.8); emir, rehber ve pîrinin Hayber Şâh’ı Ali olduğunu (G.8) ilan eden şair; Elinden tutup onu yalnız bırakmayan Ali’nin evliyânın da efdâlı olduğunu (Msd2) sözlerine ilâveeder.
Hazreti Ali için yazılmış iki şiirinden birini tümüyle veriyoruz:
Uyurken bir gece nâgâh göründü çeşmime bir er
Su’âl etdim nedir ism-i şerîfin söyledi Hayder
Dedi ben ol ‘Âliyy-i nâm-dârem seyf-i kahhârem
Benem sâhib-kırân-ı Hayy u Kayyum Hâlık-ı Ekber
Benem yâr-ı Muhammed ‘âlî-himmet sâhib-i nusret
Benem ‘abd-i muzaffer şâh-ı Hayber sâkî-i kevser
Emîrü’l- mü’minînem ibn-i ‘amm-i Mustafâ’yem
kim
Benem Selmân’ı burhân gösteren ol tıfl-ı sa‘d-ahter
Kirâmen Kâtibînem ben ‘ulûmun bâbıyem tahkîk
Hakîkat mahzeniyem hep benem ‘âşıklara rehber
Su’âlinden murâdın bu ise fehm eyle ey ğâfil
Benem şîr-i Hudâ fettâh-ı dîn dâmâd-ı Peyğamber
Duyunca bu cevâbı ben o şâh-ı evliyâdan kim
Vücûdum lerze tutdu hâliyâ cismimde cân ditrer
Dedi bî-takat u bî-tâb olmuşsun nedir derdin
Marîz-i derd-i ‘aşkam söyledim derde devâ ister
Usandım bî-vefâ hakkaniyetsiz âdemoğlundan
Araram kendime bir yâr-ı sâdık bî-peder mâder
NİGÂHÎ Hak Kerîm’dir kıl tevekkül Hakk’a sabr
eyle
Erersin vasl-ı dildâre olursun lutfuna mazhar
(G.5)
Şair, özel bir şiirinde Hazret-i Ali’nin, “Gönül tahtında sultan, sevgili ve şâh-ı merdân; âlemlerin fahrı olan Hazret-i Muhammed’in (s.a.v) amcaoğlu, cân içinde cânân; aşk derdinin hastalığına tâbip; Hakk’ın yolunu bulmakta delil, gönülde ve elde burhan; efendi ve şir-i yezdân; aşk şevkiyle derûnunu kaplayan mâh-ı tabân; ve nihayet dört unsurdan (su, hava, toprak, ateş) yaratılan vücuduna cân” olduğunu söyler(G.9).
Divânçesi’nde yer verdiği müstakil bir şiirinde ve yer yer mısralarında görebildiğimiz kadarıyla, dosttan ve akrabalarından yana muztariptir Nigâhî. Öyle ki bu durumdan rahatsızlığı onu sık sık başka diyârlara seferlere bile zorlayacaktır.
Harîdâr-ı ğam oldum ğam yükün tutdum güher
çekdim
Gezüb ‘âlemleri devr eyledim renc-i sefer çekdim
Vatan terkin edüb âher diyâre ğayrı ser çekdim
(Msd3)
Şair çekilen bunca dertlerle sitemlerin fânî dünyadan kaynaklandığını, keder ve gamların ise vefâsız tanıdıklardan geldiğini (Msm1); böyle vefâsız ve hakkaniyetsiz âdemoğlundan usandığını (G.5); müslümana ve ârif bir adama rağbetin kalmadığını, buna artık kendinin ağlamaktan başka şey yapamayacağını söylerken (G.25); zâr u perişânlığını çektiği cevr ü cefâya bağlayarak artık riyâ ehli insanlardan sakınmak durumunda kaldığını anlatır; bütün bunlara rağmen başından geçenlerin de kaderi olduğu hususunda asla şüphesi yoktur, çünkü Cenâb-ı Allah’tandır (Msm1)
Divânçe içerisinde bu konuda Terci-i bend nazım şekliyle kaleme alınan müstakil şiirini aktarıyoruz:
Harîdâr-ı ğam oldum ğam yükün tutdum güher
çekdim
Gezüb ‘âlemleri devr eyledim renc-i sefer çekdim
Vatan terkin edüb âhar diyâre ğayrı ser çekdim
Kimi kendime dost bildimse andan çok zarar çekdim
Benim baht-ı siyâhımdan mıdır bilmem neler çekdim
Değil bir kimseden ben kendi dostumdan keder
çekdim
Düşüb ğam bahrine dil zevrakın bend eyledi girdâb
Meded bîçâre kaldım etmedi bir kimse istishâb
Bana düşmen göründü sıdk ile yâd etdiğim ahbâb
Meded senden ola bu bendeye ya Hazret-i Vehhâb
Benim baht-ı siyâhımdan mıdır bilmem neler çekdim
Değil bir kimseden ben kendi dostumdan keder
çekdim
Usandım el-emân ya Rab meded cevr ü cefâlardan Ne dostumdan vefâ gördüm ne şefkat akribâlardan Ümmîdim yok vefâdan geldi nefret âşinâlardan ‘Atâ senden ola ya Rab ‘inâyet evliyâlardan
Benim baht-ı siyâhımdan mıdır bilmem neler çekdim
Değil bir kimseden ben kendi dostumdan keder
çekdim
Kıyâs eyler beni dîvâne her kim görse eşkâlım
Cihânda bulmadım bir yâr-ı sâdık ‘arz edem hâlım
Ben ol mecnûn-i ‘aşkam kimse bilmez hâlım ahvâlım
Benim âğ olmadı bahtım karadır gird-i ikbâlım
Benim baht-ı siyâhımdan mıdır bilmem neler çekdim
Değil bir kimseden ben kendi dostumdan keder
çekdim
Cihânda kalmadı hayfâ ki rağbet ehl-i ‘irfâne
Yıkıldı hânedânlar hep muhannes geçdi meydâne
Cihân vardı fesâde âşnâlar oldu bîgâne
İlâhî destgîr ol sen Nigâhî çeşmi giryâne
Benim baht-ı siyâhımdan mıdır bilmem neler çekdim
Değil bir kimseden ben kendi dostumdan keder
çekdim (Msd3)
Nigâhî şiirleri içerisine serpiştirilmiş “Kutsî hadis”lerin iktibas ve telmih olarak 3 adetle sınırlı olduğunu tespit ettik:
“Ben gizli bir hazine idim. Bilinmek istedim ve halkı yarattım.” meâlindeki hadis-i kutsi ki mutlak zat olan Allah’a karşı duyulan aşkın kaynağı kabul edilir. Şiirlerinin iki mısraında, biri iktibas ve diğeri telmih olarak ifade edilmiştir:
Kelâm-ı “küntü kenz”50in sırrını bîgâneden sorma
(G.10)
Kilîdi kenz-i ‘aşkın himmet-i ehl-i mahabbetdir
Bana ‘aşk u mahabbet Hazret-i Hak’dan hidâyetdir (Msm1)
“Nefsini tanıyan Rabbini tanır”. Tasavvuf Edebiyatı’nda da sıklıkla kullanılan bu ifade Nigâhî tarafından iktibas edilir:
El-emân ey sadr-ı ‘âlî-kadr-i taht-ı “men ‘aref”51
(Ey) el-emân ey şâh-ı mecmû‘-i velâyet el-emân
(G.22)
“Ben ilmin şehriyim, Ali de kapısı” Kutsî hadisi şairimizin bir beytinde yer alır:
Kirâmen Kâtibînem ben ‘ulûmun bâbıyem52 tahkîk
Hakîkat mahzeniyem hep benim ‘âşıklara rehber
(G.5)
“Kaderde yazan, değişmez” manasındaki söz.
“El-mukadder lâ-yuğayyer” olduğun bilmez misin
Gir tevekkül bâbına ol âşinâ Allah Kerîm (G.20)
Kerâmetle olağanüstü şeyler kastedilir. Bunlar bir elçide görülürse adına mucize, velide görülürse kerâmet denir. Ancak kerâmet, sözlükte kerîm olmak, değerli olmak anlamına gelir. Allah Teâlâ insanı değerli (kerametli) yarattığını ve birçok şeyi onun emrine verdiğini açıklamıştır.53
“Âdemoğullarına gerçekten çok değer verdik (çok kerametli kıldık). Onları karada ve denizde taşıdık ve güzel şeylerle rızıklandırdık. Yarattıklarımızın birçoğundan da üstün kıldık”.54
Yukardaki ifadeleri destekleyen mısra, aynı zamanda Nigâhî’nin söz konusu âyete işaretini de göstermektedir:
Âyât ile sâbitdir âdemde kerâmet var (G.13)
Genellikle müseddes ve müsemmen nazım şekilleriyle dillendirdiği musammatlarda, şâir, batınî ilme dair vukufiyetini gizlemeyip gah Mecnun ve Ferhat’la birlikte aşk mimarlığına soyunur, gah aşk şarabını üretecek kıvamda bir şarap tiryakisidir. Bazan aşk sırlarına vakıf, bir hakikat mahzeninin sahipliğini üstlenir. Kimi zaman da İlâhî sırlarla donanmış bir aşk aydınlığının adıdır:
Ol benem kim Kays u Ferhâd ol benem mi‘mâr-ı
‘aşk
Ol benem kim câm-ı ‘aşkı nûş eden hammâr-ı ‘aşk
Ol benem kenz-i hakîkat bendedir esrâr-ı ‘aşk
Bendedir sırr-ı İlâhî bendedir envâr-ı ‘aşk (Msd1)
Mütekerrir bir beyitte de, divâne görüntünün setrettiği bir kâmil kavrayışa işaret ederek, zâhir ve bâtın çelişkisine ayna tutar. Bu çelişki beşer hafızasını zorlayan bir çelişkidir
Bâtınen bilâ kılemam mâ zâhiren dîvâneyem
Kimse fark etmez beni kim ben neyem ammâ neyem (Msd1)
Dünyaya dâir bir beklentinin olmadığı tavrın ismine “kayıtsızlık” düşülse de, Allah’ın indinde eksiksiz bir kabiliyetin adıdır o.
Fenânın mâl u milki zerre gelmez ‘aynıma aslâ
Görenler zannederler lâübâli-meşrebim gûyâ
Kabûl etmem hilâf-ı güft ü gûaslâ ki ben hâşâ
Bana vermiş kemâl-i kâbiliyyet Hazret-i Mevlâ
(Msm1)
Aslında bir çok divân şairinde görülen kendi sanatını övmek geleneği, şiirlerinde gördüğümüz kadarıyla bizim şairimiz için de geçerlidir. Divân’da yer verilen bir şiir bütünüyle Nigâhî’nin sanat kudretini anlatırken aynı zamanda tasavvufî makamlardan geçip, maddi varlıktan sıyrılarak, fenâfi’l-aşk (aşkta yok olma) ve fenâfi’llah (Allah’ın varlığında yok olmak)'ta karar kıldığını ve yegâne amaç olan Hakk’a ulaşmayı başardığını ortaya koymaktadır.
Şair, Allah’ın indinde yüksek rütbelilerin meşrebinden olduğunu, söylediklerinin manâ dolu ve övgüye değer bulunduğunu; mücevher kadar kıymetli bir tabiata sahip olup sözlerinin de güzel, düzgün ve anlaşılır olduğunu; Hakk’ın birliğini idrâk ettiğini; ezelde Bezmi Elest cür’âsını içerek, aşkın erbâbıyla birlikte yer alıp, hoş dinlenir sözler ifade ettiğini; yabancıların kusurlarını ayıplarken, dostları tanıyan, her tabiatten geçerek yakışıksız şeyler söylemediğini; Hazreti Musâ gibi Allah’ın nuruna (tecelliye) mazhar olduğunu, ancak güzel kokular saçan rüzgarlar gibi olan nüktelerinin anlaşılmadığını; Ehl-i Beyt’i sevmekle mutlu olduğunu ve bu halinden iftihâr ettiğini, bu muhabbet sebebiyle de sevgiyle söylediğini; sözlerinin aşk sırlarının mahzenine tılsım ve anlaşılır olduğunu ifade eder (G.15)
Bu beyit, şairimizin kendi şiirleri hakkında fikir beyan ettiği en sağlam mısralardan birisidir. Nigâhî, tabir yerindeyse yazdıklarının tümüyle arkasında durarak, hem kudretli bir sanatkâr üslubuna sahip olduğunun altını çizer hem de bu sözlerinin asla hakikat dışı olmadığını anlatır:
Bârekallah her gören hayretde kaldı harfime
Hâşâ lillah katmadım aslâ hilâfı nazmıma (Msd4)
Allah her şeyden önce “Nûr-i Muhammedî” denilen nurunu daha sonra da o nurdan Levh-i Mahfuz, kalem, cennet, cehennem insanlar vs. yaratmıştır.55 “En büyük ruh” anlamındaki Ruh-i a‘zâmın bir yönü. İlk takdir edilen şey. İlk tecelli. Bu tecelli taayyunların ilki olduğundan her yaratılan Peygamber’in (s.a.v) nurundandır.56
Yâ Rab bâ-kemâl-ı şeref-i nûr-i Muhammed (G.3)
Zât-ı Hak nûr-i celâlinden seni halk eylemiş (G.22)
“Nûn ve kalem ve yazdıklarına yemin olsun ki”57 âyetine işaret edilen, icmâl ilmi. Nûn icmâl, kalem ise, tafsîl mertebesidir. İcmâl mertebesi birliğin itibarlarının mertebesidir; birlik böyle bir şeyle çelişeceği için, bu itibarla zıtlık ve farklılık söz konusu değildir. Farklılık ve zıtlık tafsîl mertebesinde olabilir.58
El-emân ey nokta-ı nûn-i necâbet el-emân (G.22)
Mutasavvıf şâirlerde “Rind-Zahid” mukayesesi sıklıkla işlenilen bir konudur. Zahidler, kaba sofu; dini konularda asla müsamahasız ve her işe dış yüzeyinden bakarak kendi inançları içinde sıkışıp kalmışlardır. Rind (âşık) dünya işlerini asla önemsemediği gibi, ahirete dâir konularda da aldırışsızdır. Dinin şeklinde kalmayıp özünü benimsemiş ve kendisi için Cemâlullah’a nâil olmaktan başka hedef koymamıştır. Rindin bu halini tenkit eden zahide, şairin cevâbı Hakk’a olan aşkın ifadesidir:
Rind-i ‘aşkam zâhidâ zann eyleme bîgâneyem (Msd1)
Sanma zâhid sen gibi dîvâre başım bağlıdır
Şîr-i Yezdân Hayder-i Kerrâr’e başım bağlıdır
(Msd1)
Divânçe’de dört adet müseddes nazım şekliyle kaleme alınmış olan musammatlardan ikincisi olan şiir, İsnâ Aşeriyede’den “Muhammed Bakır”59a bende olduğunu söyleyen Nigâhî’nin, aslında itikadî görüşüne de ışık tutmaktadır
Ehl-i Hakkem sanma ehl-i zâhirem
Emri teslîm-i Hudâ’ya hâzırem
Bende-i Sultan Muhammed Bâkır’em
Tekye-i ‘aşk içre ben bir zâkirem (Msd2)
“İmam Cafer”60in isminin yer aldığı bir beyitte Şair, O’nun yoluna girmek için fenâfillah adresini gösterir:
Râhını bulmak dilersen Ca‘fer’in Ol fenâfillâh bırak sîm ü zerin (Msd2)
Aynı anlayışın göstergesi olan muhtelif beyitlerde de “Muharrem ayı”nın anlamıyla ilişkilendirdiği gözyaşlarını kimseden gizlemeyi düşünmez bile:
İr kûy-i harâbâta iç bâde-i gülgûnu Dök eşki NİGÂHÎ kim bu mâh-ı Muharrem’dir (G.13)
Maksad bu imiş ey dil ol mâh-ı Muharrem’de ‘Âşık olan abdâle her dem dem-i ma‘temdir (G.13)
Bir beyitte de Bektaşilik evurğu yapan Nigâhî, “Hacı Bektaş-ı Velî”61ye bağlılığını açık bir şekilde ortaya koyarken, bu meşrebe mensubiyetini de üstlenmiş görünür.
Sanma zâhid sen gibi dîvâre başım bağlıdır
Şîr-i Yezdân Hayder-i Kerrâr’e başım bağlıdır
Hâcı Bektâş-ı Velî Hünkâr’e başım bağlıdır
Ben rızâ bâbındayım ikrâre başım bağlıdır (Msd1
)
Şair şiirleri içerisinde yer verdiği bir mısrada, taraflardan, aşk macerasının mağduru olan iki kahraman (Ferhat-Mecnun) la yarışır:
Ben gibi yâ Râbbî Ferhâd ile Mecnûn olmasun (Msd4)
Mecâzî aşktan hakikî aşka dönüşümün ifadesi olan ikili (Leylâ-Mecnûn), aşkın tarafları olarak edebiyatımızda sıklıkla boy gösterirler. Mecnûn’un muradını Leylâ’ya ulaşmaktan çıkarıp hakikî aşka erdiren süreç, Nigâhî’nin mısralarında yeniden ele alınıp âşığa bir ders olarak sunulur.
Dîger-gûn eyleyen Mecnûn’u sanma zülf-i Leylâ’dır
Anı Mecnûn eden Leylâ değildir ‘aşk-ı Mevlâ’dır
Ne bilsün ‘aşk nedir câhil nedir Mecnûn nedir Leylâ
Bu ‘aşk esrârına vâkıf değil mecbûr-i dünyadır
(G.7)
Divânçe’de yer alan sayılı mutasavvıf şahsiyetlerden “İbrâhim Edhem”, ibn-i Edhem şekliyle şu beyitlerde dünya malı ve makamının geçici 66 ve fânîliği vurgusuyla benzetmeye tabi tutulur:
Pâyidâr olmaz fenânın mâl ü mülkü kimseye
Tâc u tahtı neyledi fikr eyle İbn-i Edhem’i (G.25)
Bâki Hak’dır çok Süleymanlar göçürmüş dehr-i
dûn
Cîfe-i dünyaya aldanma gel İbn-i Edhem ol (G.17)
Şiirlerinde yer verdiği ender tasavvufî şahsiyetlerden olan “Hallâc Mansur”un, kendisiyle meşhur olan “ene’l-Hak” sözü ve idâm edildiği dâr (ağaç), ayrı ayrı mısralarda zikredilmektedir:
Kim “ene’l-Hak” söyleyüb berdâr olanlar hayy olur (G.14)
Yâ Rab beni Mansûr gibi dâresüvâr et (G.3)
Abdulkadir Geylani’nin zikredildiği Nutkî’ye62 ait bir beyit tesdis edilerek şiirler arasındaki yerini almıştır:
Ehl-i Hakkem sanma ehl-i zâhirem
Emr-i teslîm-i Hudâ’ya hâzırem
Bende-i Sultan Muhammed Bâkır’em
Tekye-i ‘aşk içre ben bir zâkirem
Nutkî’yem evrâd-ı Hak’da mâhirem
Ben mürîd-i Şeyh-i Abdülkâdir’em
‘Âşıkam ta‘yîb eder ‘âlem beni
Hem nişînimdir bırakmaz ğam beni
‘Aşk-ı Hak’dır eyleyen ebsem beni
Hak yâratmış şükür kim âdem beni
Nutkî’yem evrâd-ı Hak’da mâhirem
Ben mürîd-i Şeyh-i Abdülkâdir’em
Çünşefî‘imdir Muhammed Mustafâ
Fahr-i ‘Âlem ol Habîb-i Kibriyâ
Eylerem ben âline cânım fedâ
Sâdıkem Allahüa‘lembî-riyâ
Nutkî’yem evrâd-ı Hak’da mâhirem
Ben mürîd-i Şeyh-i Abdülkâdir’em
Destgîrimdir benim şâhım ‘Ali
Şîr-i Hak’dır evliyânın efdali
Bu tarîka girmez begim şübheli
Etmişem ben bey’at-ı Kâlû Belî
Nutkî’yem evrâd-ı Hak’da mâhirem
Ben mürîd-i Şeyh-i Abdülkâdirem
Râhını bulmak dilersen Ca‘fer’in
Ol fenâfillâh bırak sîm ü zerin
Kanber’i olmak dilersen Hayder’in
Pendinigûş et Nigâhî kemterin
Nutkî’yem evrâd-ı Hak’da mâhirem
Ben mürîd-i Şeyh-i Abdülkâdirem (Msd2)
SONUÇ
Ümmî bir şair olan Nigahî’nin Diyarbakırlı olduğu ancak doğum tarihinin bilinmediğini kaynaklardan öğreniyoruz. Şiirlerinin bazı Diyarbakırlı şairler tarafından tahmis edilmesi, onun şiir sanatındaki yeteneğinin ifadesini oluştururken Ali Emirî’yi de haklı çıkaran bir sonuçtur. Pek çok ıstılahlarla yer verdiği şiirleri doğrudan doğruya tasavvufa işaret ederken aynı zamanda tasavvufî neş’eyi de barındırmaktadır. Şairimizin bütün şiirleri doğrudan doğruya tasavvufla alakalıdır. Hatta onun, kendi şiirlerinde bir takım makamları geçerek ledünnî bilgilere ulaştığı çok net bir şekilde ifade edilmiştir. Tasavvuf ve tarikatle ilgili olarak şiirlerde geçen kavram ve mertebelerden bazıları şunlardır: Vahdet, tecelli, kemal, cemal, sır, gönül, aşk, lütuf, inayet, mazhar, tevekkül, terk, velayet, rıza, sabır, vuslat, fakr, şeriat-tarikat-hakikat-marifet, şem’-pervane, tekye, zakir, pir, rind- zahid, mürşid, keramet. Divânçe’de Elest Bezmi, Muhammedi Nur ve yaratılış ile ilgili beyitler de karşımıza çıkar. Ayrıca Hazreti Ali ve Şaban Kamî ile ilgili ikişer adet müstakil şiir yer almıştır. Nazım şekilleriyle söylenmiş Nigâhî Baba şiirlerinin, önemli bir kısmını, oluşturduğu divânçe düzeni içerisinde sunan Ali Emirî, şairimizin vefat tarihini h.1277(m.1860) olarak verirken, öldüğünde seksen yaşı civarında olduğu ifade edilir. Eğer bu yaklaşık tarih dikkate alınacak olursa şairimizin kesin olmamakla birlikte doğumunun h.1193/95(m.1780) civarında kabul edilmesi anlamına gelecektir
Ali EmirîDivânçe’ye 1 adet müsemmen, 4 adet müseddes (terci-i bend), 3 adet murabba ve 27 adet de gazel nazım şekilleriyle yazılmış toplam 35 şiir dercetmiştir. Hazret-i Ali hakkında 2 adet, Ahmed Çelebi hakkında 1 adet ve Şaban Kâmî hakkında da müstakil 2 adet şiir kaleme alınmıştır.
KAYNAKÇA
1-K.Kerim ve Türkçe Anlamı (Meâl), Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 8. Baskı, Ankara, 1982.
2-Afyonkarahisarlı, Şemseddinoğlu Mustafa, Ahter-i Kebir (Arapça-Türkçe Lûgat),Dersaadet, 1310.
3- Ağakay, M. Ali, Türkçe’deMecâzlar Sözlüğü, Ankara, 1949.
4-Ahmet Cevdet Paşa, Belağat-ı Osmaniye, İstanbul, 1310.
5-Ahmed Vefik Paşa, Lehçe-i Osmanî, İstanbul, 1306.
6-Akalın, L. Sami, Edebiyat Terimleri Sözlüğü, İstanbul, 1966.
7-Aksoy, Ö. Asım, Atasözleri ve Deyimler Sözlüğü, Ankara, 1971.
8-Ali Emirî, Diyarbakır Ayanı’nınMevakıp ve Eşrâfı’nınTerceme-i Halleri, Tarih, 750.
9-Ali Emiri, Esâmî-i Şu‘arâ-yıÂmid, Millet Kütüphanesi-Tarih 781/1s.108-109.
10-Ali Emirî, Tezkire-i Şuarâ-yıÂmid, C.1, Dersaadet, 1328.
11-Arat, R. Rahmeti, Eski Türk Şiiri, Ankara, 1965.
12-Gölpınarlı, Abdulbaki, Divan Şiiri, Varlık Yayınları, İstanbul, 1955.
13-Banarlı, Nihat Sami, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, I-II, İstanbul, 1971.
14-Beysanoğlu, Şevket, Diyarbakır’lı Fikir ve Sanat Adamları, I-III, İstanbul, 1957.
15-Bursalı, Mehmet Tahir, Osmanlı Müellifleri, İstanbul, 1333-1342.
16-Devellioğlu, Ferit, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Ankara, 1993.
17-Gölpınarlı, Abdulbaki, Divân Şiiri, Varlık Yayınları, İstanbul, 1955.
18-Gölpınarlı, Abdulbaki, Tasavvuftan Dilimize Geçen Deyimler ve Atasözleri, İnkilap
ve Aka Kitabevi, İstanbul, 1966.
19-İpekten, Haluk, Tezkirelere Göre Divân Edebiyatı İsimler Sözlüğü, Kültür ve Turizm
Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1988.
20-İslâm Ansiklopedisi, M.E.B. İstanbul, 1993.
21-İsmail Hakkı Bursevî, Kitabu’n-Netice, yk. 190b-191a.
22-Kanar, Mehmet, Büyük Farsça-Türkçe Sözlük, İstanbul, 1993.
23-Korkusuz, M.Şefik, Tezâkir-i Meşâyih-i Âmid, I-II, Kent Yayınları, İstanbul, 2004
24-Mermutlu, M.Sait, Diyarbakırlı Nigahi ve Divânçesi e-Şarkiyat İlmi Araştırmalar Dergisi -www.e-sarkiyat.comISSN: 1308-9633 Sayı: VII, Nisan 2012
25-Muallim Naci, Lûgat-ı Nâci, İstanbul, 1987.
26-Nigâhî’nin Divânı, (A.E.Manzum, Eski kayıt, 464/1; Yeni kayıt, Cd8 ,768).
27-Onay, A.Talat, Eski Türk Edebiyatı’nda Mazmunlar, TDV. Yayınları, Ankara, 1992.
28-Özön, Mustafa Nihat, Büyük Osmanlıca-Türkçe Sözlük, İstanbul, 1959.
29-Pakalın, M. Zeki, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, I-III, Ankara,1976.
30-Pala, İskender, Ansiklopedik Divân Şiiri Sözlüğü, Ankara, 1989.
31-Pekolcay, Necla, İslâmî Türk Edebiyatı, İstanbul, 1994.
32-Pekolcay, Necla, İslâmî Türk Edebiyatı’nda Şekil ve Nev’ilere Giriş, İstanbul, 1994.
33-Şemseddin Sami, Kâmûs-i Türkî, İstanbul, 1992.
34-Yegin, Abdullah, Osmanlıca-Türkçe Yeni Lugat, İstanbul, 1993
1 Mermutlu, M.Sait, Diyarbakırlı Nigahi ve Divânçesi e-Şarkiyat İlmi Araştırmalar Dergisi -www.esarkiyat.
com- ISSN: 1308-9633 Sayı: VII, Nisan 2012.2 Ali Emiri, Esâmî-i Şu‘arâ-yıÂmid, Millet Kütüphanesi, Tarih 781/1s.108-109.
3 Muhammed Şükrü, h.1282(m.1865/66) Diyarbakır’da doğdu. Alim, Hattat ve Rifâi şeyhi. 1955 de vefat etti(- bkz. M. Şefik Korkusuz, Tezkire-i Meşâyih-i Âmid, I-II, Kent Yayınları, İstanbul, 2004)
4 Şevket Beysanoğlu, Diyarbakır Fikir ve Sanat Adamları, C.II, s. 8. Işıl Matbaası, İstanbul, 1960.
5 Beysanoğlu, a.g.e., s. 8.
6 Çalışmamızda Divân’daki şiirler Müsemmen (Msm), Müseddes (Msd), Mürebba (Mrb), Gazel (G) kısaltmalarıyla gösterilmiştir.
7 Emirî, DiyarbekirliNigâhî’ninDivânı, (A.E.Manzum, Eski kayıt, 464/1; Yeni kayıt, Cd8 ,768).
8Emiri, a.g.e., s. 109.
9Beysanoğlu, a.g.e., s. 8.
10 Nisa, 4, 26.
11A. Avni Konuk, Füsusu’l-Hikem Terceme ve Şerhi (Haz. Mustafa Tahralı-Selçuk Eraydın), C II, s.15.İFAV, İstanbul, 1989.
12 Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü., s 309, Marifet Yayınları, İstanbul, 1990.
13 Uludağ, a.g.e., s. 514-15.
14 İsmail Hakkı Bursevî, Kitabu’n-Netice, yk. 190b-191a.
15 Uludağ, a.g.e., s.116; Cahit Baltacı, Tasavvuf Lügatı, s.41,42, İstanbul, 1981; Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, s. 273, Rehber Yayınları, Ankara, 1997.
16 İskender Pala, Ansiklopedik Divân Şiiri Sözlüğü, s. 440-509, Akçağ Yayınları, Ankara, 1995.
17 A.Kerim Kuşeyri, Kuşeyri Risâlesi (Haz. S. Uludağ), s. 182, Dergah Yay, İstanbul, 1999.
18 bk.Ebu’l-KâsımKuşeyrî, Letâifu’l-İşârât, I, s. 160, Kahire, 1970.
19 Kuşeyri Risalesi, s. 182.
20Kuşeyri, a.g.e., s. 182; Uludağ, a.g.e., s. 469.
41 1638 yılında Sultan Murâd’ın Diyarbakır’da idam ettiği kudretli Nakşibendi şeyhi.
42 Nakşibendî şeyhlerinden. 1020 (16119) de Diyarbakır’da doğmuş ve 1080 (1669-70) de aynı yerde vefat etti. AhmedÇelebî’nin babasıdır.
43 AhmedÇelebî, 1040 hududunda Diyarbekir’de dünyaya geldi. Eş-şeyh es-SeyyidAhmedçelebîibn eş-Şeyh es-SeyyidİsmâilÇelebîibn Şeyh es-Seyyid.MevlânâAzîzmahmudUrmevîibn Şeyh es-SeyyidAhmedibn Şeyh es-Seyyid Muhammed ibn Şeyh es-Seyyid Muhammed BâbâyîNekşibendî silsile-i neseb-i şerîfipîr-i seccâde es-Seyyid eş-Şeyh MahmudBâbâyî Nakşibendî hazretlerine vâsıldır. Baba ve dedeleri hepsi âlim ve fâzıl olup Nakşibendî tarikatına mensup zatlardır. Memleketin fazıllarından, âlimlerinden çeşitli dersler almıştır. Ayrıca musikî ilmi tahsilinde meşhur olmuş, çeşitli makamlarda eserler ortaya koymuştur. Zâhirî ilimlerde uzun müddet uğraştıktan sonra, rahmânî cezbe ile mülâkî olup, hakikate meyl eylediğinden pederi İsmâilÇelebî’dentevbe ve inâbet aldı. 1080 (1669-1670) civarında pederinin vefatı sebebiyle kendisi şeyhliğe başlamıştır. Kerâmeti dilden dile dolaşmış, memleketin ârif, fâzıl ve edibleriyle hakikat meclislerinde bulunmuş, dışarıdan gelen fâzıl ve irfân sahipleriyle de serfirâz olup onları misafir ederdi. Ayrıca büyük babalarının meşhur zâviyelerinde tarikat ve esmâ telkini eder, yine memleket dahilinde ceddinin Aziziye Câmii’nde halka zikr ve senâ için el verirdi.(Ali Emirî, Diyarbekir Ayanının Mevâkıp ve EşrâfınınTerceme-i Halleri, Tarih-750, 102a-104b)
44 Şaban Kâmî Diyarbakırlıdır (Emirî, Esâmi-i Şu‘arâ-yıÂmid, s. 86/42b); Bağdatlı İsmail Paşa, Esmâu’l - Müellifîn, I, İstanbul, s. 346, 1951- 55; Mehmed Süreyya, Sicill-i Osmânî, II, İstanbul, 1311; İbnüleminMahmud Kemal İnal, Son Asır Türk Şairleri, İstanbul, s. 782-83, 1969 ; Fatin Efendi, Tezkire-i Hatimetü’l-Eş’ar, İstihkâm Alayları LitoğrafyaDestgâhı, s. 352, 1271 ; Bursalı Mehmed Tahir, Osmanlı Müellifleri, I, İstanbul, s. 339, 1333; İbnülemin, doğum tarihini 15 Şaban 1220/1805 olarak belirtir.(İbnülemin, a.g.e., s. 782.); Babasının Hoca Ahmed isminde memleketin veli zatlarından olduğunu söyleyen Ali Emirî, onun da babasının Şeyh Mahmud (Haskefî-Hasankeyfi) olduğunu ifade eder. (Emirî, Tezkire-i Şu‘arâ-i Âmid, I , DersaadetMatbuâ-yıÂmidî , s. 309, 1328 ; Annesinin de 1210 yılında vefat eden Diyarbakır âlimlerinden Gönclü - (Cönklü) - zâde Abdurrahman Efendi’nin kızı diye bahseden Ali Emirî, Kâmî’nin hanımı hakkında bilgi verirken şu ifadeyi kullanır: “pîr-i tarîkat-ı aliyye İbrahim Gülşenîibn. Şeyh Muhammed Âmidî sülalesindendir”.(Emirî, a.g.e., s. 309.); Emirî, Esâmî-i Şuarâ-yıÂmid’deKâmî’den “Üstad-ı ekremimiz, ilm ü irfân ü kemâlât ile mevsûf-i vücud ve sehâvü kerem ile nâdirü’l-emsâl ve marufdur (ilim, irfan ve kemâlât ile vasıflanmış, cömertlik ve ikramda eşine az rastlanır biri olduğu)” (Emirî, Tarih, 781/1, 86/42b.)diye bahsederken, Bursalı Mehmed Tahir de Esmâu’l-Müellifîn’de onun için “efâdıldanzû-fünûn (en faziletli âlimlerden çeşitli ilim ve fenlere vakıf) bir zat”(Bursalı, a.g.e., I, s. 339.) ifadesini kullanır. Şevket Beysanoğlu “herşeyden evvel şöhretli bir ilim adamı idi. Diyarbakır’da yetişen birçok fikir ve sanat erbabı ilk feyizlerini kendisinden almışlardır. Arap ve Acem dil ve edebiyatına vakıf olan zatın her iki dilde de manzum eserleri vardır”(Beysanoğlu, a.g.e., s. 41, 1957-1960.) diyerek söz etmiştir.
45 Yaptığımız araştırmada mensur ve manzum on iki adet eser te’lif ettiğini öğreniyoruz.
46 Kaynaklardan, iki ayrı tarikat şeyhine(Mısır’da Rifâî şeyhi İbrahim Bacûrî - Kerkük’te Kâdirî şeyhi Abdurrahman Talibânî) intisap edip, onlardan tarikat almıştır.
47 Yaptığımız bütün araştırmalara rağmen Divânı’nın yazma nüshasına ulaşılmamışr.
48 Tespit edebildiğimiz öğrenciler: Ali Emirî, Hayâlî, Vâsıf, Râif, Nâim, Fâzıl, Fethi, mâhir, Sabri, râif, Re’fet, Rûşenî
49 “Nigâhî” merhumun bu rü’yâ-nâmesi, on beş beyit kadar var idi ….sene evvel görmüş ve okumuş idim. Şimdi ancak bu sekiz-on beytini der-hâtır edebildim. Diğer beyitleri için de bu mahalli açık bırakdım. 17 Ramazan 1341. Yevm-i Pençşenbe. Ali Emirî.
50 Bu hadisin zayıf veya senedi olmadığı ifade edilmektedir (El-Aclunî, Keşfu’l-Hafâ, C. II., s. 132, Mısır, 1351).
51 Hadis mevzudur denilmiştir (Keşfu’l-Hafâ. C. I., s. 266).
52 Zayıf ya da münker olduğu ifade edilmektedir (İbnu’l-Cevzî, Kitabu’l-Mevzuât, s. 349-55, Medine, 1966).
53 Mütercim Asım, Kamus Tercümesi, C. IV, s. 464,465.
54 İsra 17/70.
55 Emine Yeniterzi, Divan Şiirinde Nat, s.193, Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 1993.
56 AbdurrezzakKâşânî, Tasavvuf Sözlüğü, s.563, İz Yayıncılık, İstanbul, 2004.
57 Kalem, 68/ 1.
58 Kâşânî, a.s, s. 562-63.
Muhammed b. Aliyy’il-Bakır, M.677 (H.56-57) da Medîne’de doğdu. Dördüncü imam Zeynel Abidin Ali’nin oğludur. Annesi ise, İmam Hasan’ın kızı Fatıma’dır. On iki imâmın beşincisidir. Hazret-i Hüseyin’in torunu ve İmâm-ı Câfer-i Sâdık’ın babasıdır. Künyesi EbûCa‘fer’dir. Lakabı “Bakır”dır. Bilgide kendisine bir engel, bir sınır tasavvur edilemediği, ilmi tamamiyle kavradığından bu lakapla anılmıştır. M.735 (H.116) de 57 yaşındayken Medine’de vefât etti. Babasının kabri yanına defnedildi (A.Baki Gölpınarlı, Hz. Peygamber, Hz. Fatıma ve On iki imam, s.89-98, Der Yayınevi, İstanbul, 1979).
60 M.699 (H.80) de doğdu. Muhammed Bakır’ın oğludur. Dedesi Zeynelâbidin, onun babası da Hz. Hüseyin’dir. Annesi ise Hz. Ebubekir’in torunu Kâsım’ın kızı Fatıma’dır. On iki imamın altıncısıdır.Künyesi “Ebu Abdullah”, “Ebu İsmail” ve “Ebu Musa”dır. Lakabı “Sadık”- tır. M.765 (H.148) de Medine’de vefat etti. (Gölpınarlı, a.g.e., s.99-115).
61 Hacı Bektaş Veli, Hz. Ali’nin soyundan yedinci İmam Musa Kâzım nesline bağlanarak, Anadolu Aleviliği’nin oluşumunda büyük çabalar harcamıştır. Düşünce ve öğretisinin yayılması, ölümünden çok daha sonra, 14.yüzyıl başlarında kurulan tarikatının, 16.yüzyıl başlarında etkinlik kazanması ile olmuştur.
62 YENÎKAPI Mevlevîhanesi şeylerinden Kütahyalı Ebu Bekir Dede Efendi’nin büyük oğlu olan Ali Nutki Dede, 27 Temmuz 1762 (Hicrî: 1176 yıl Muharreminim 5. günü) tarihinde istanbul’damevlevîhane civarındaki evlerinde doğmuştur. Dedesi Halveti şeyhlerinden Ahmed Efendi’dir, Ali Nutkî Dede’nin diğer kardeşleri Nasır Dede ve Künhî Dede’dir. Annesi Saîde Hanım, Kutb-ı Nayî Şeyh Osman Dede’nin kızıdır.
On dört yaşında iken babası ölünce Mevlevihane’nin şeyhliğine tayin olunmuştur. (Miladi: 1775 - Hicrî 1189) Dinî mûsıkîmize ait bilgilerinin tam ve kuvvetli olduğunda şüphe bulunmayan Ali Nutkî Dede’nin kendi el yazması ile meydana getirdiği ve (Defter-i Dervîşan) adım taşıyan mecmuada şeyhliği sırasında kendisine ve dergaha kapılanan (can) lara ait kayıtlar bulunmaktadır. Buradaki isimler arasında Türk mu-sikisinin en kudretli bestekârlanndanHammamîzade İsmail Dede Efendi’nin ve Türk Dîvan edebiyatının büyük şairi Şeyh Galib’in isimlerine rastlanılmaktadır.
Nutkî mahlasıyla bazı şiirler yazmış olan Ali Nutkî Dede’ye babası tarafından (Memiş) mahlasının verilmiş olduğu ve bu mahlas ile de bazı şiirler yazdığı Mehmed Ziya’nın Yenikapı Mevlevîhanesi adlı eserinde kayıtlıdır.
Dinî Türk mûsıkîsinin Mevlevî mûsıkîsine ait bölümünün en güzel örneklerinden olan ŞevkııtarabAyîn-i Şerîf için çeşitli söylentiler vardır, şöyle ki: Bu eseri Ali Nutkî Dede’nin bestelediği ve dervişi ve öğrencisi olan îsmail Dede Efendi’ye hediye ettiği söylenir.
Ali Nutkî Dede’nin iyi bir hattat olduğu, kopya ettiği bir Dîvan-ı Neşati’den anlaşılmaktadır. Bu eser Süleymaniye Kütüphanesi Nafiz Paşa yazmaları 942’de bulunmaktadır. (İbnü’l-Emin mahmud Kemal İNAL, Hoş Sada, İstanbul, 1958; Mehmed Nazmi Özalp, Türk Mûsikisi Tarihi (Derleme), TRT Müz.Dai. Bşk. Yay. Ankara 1989.