Regaib kandilinde okunmak üzere yazılıp
bestelenmiş manzumelere verilen ad.

Mustafa İsmet UZUN

RAMAZANİYYE / ةّيناضمر

Divan şiirinde ramazan ayını konu edinen manzumelerin genel adı.

Divan şairlerinin ramazan ayı vesilesiyle padişahlara, yüksek rütbeli kişilere ve hâmilerine sundukları çoğu kaside şeklindeki ramazaniyyelerin beyit sayısı genellikle on-yirmi arasında değişmektedir. Nesîb bölümünden sonra şiirin sunulduğu kişinin övülmesine geçilir. Enderunlu Fâzıl’ın on üç bentten oluşan terkibibendi yanında gazel, murabba, mesnevi, ilahi, tarih, tuyuğ, rubai ve müfred gibi farklı nazım şekillerinde yazılan örnekler varsa da bunların sayısı çok azdır.

XVII. yüzyıldan itibaren yazılmaya başlanan ramazaniyyeler XVIII. yüzyıl ve sonrasında yaygınlaşmıştır. En çok ramazaniyye yazan divan şairi bu türde on üç kasidesi bulunan Enderunlu Fâzıl’dır. Sâbit, Nazîm, Edirneli Kâmî, Nedîm, Koca Râgıb Paşa, Şeyh Galib, Enderunlu Vâsıf, Sünbülzâde Vehbî gibi isimler dikkat çeken ramazâniyye şairleri arasında sayılabilir. Bihiştî gibi bazı şairler de ramazanı ve orucu vesile ederek dinî-tasavvufî gazeller yazmışlardır (Behiştî Divanı, s. 424). Koca Râgıb Paşa’nın, ramazan ayının ramazaniyyelerde konu edilen yönleri üzerinde durarak yazdığı gazeli makta‘ beytinin son kelimesinden dolayı “iftâriyye” adıyla anılmış olup bu konuda tek örnektir.

Ramazaniyyeleri ramazan ayının dinî yönünü işleyenlerle daha çok folklorik ve kültürel taraflarını ele alanlar olmak üzere iki kısımda değerlendirmek mümkündür. İlk gruptaki manzumelerin en tanınmış örneği Nazîm’e aittir. Çoğunluğu oluşturan ikinci gruptaki manzumeler divan şiirinin toplum hayatını yansıttığını göstermesi bakımından önem taşır. Ramazaniyyelerde sosyal hayatı ilgilendiren birçok konu dile getirilmiştir. Hilâlin görülmesinin halka top atılarak kandil yakılıp münadîler çıkarılarak ilan edilmesinin toplumda bir heyecana sebep oluşu Edirneli Kâmî’nin, “Yevm-i şek deyü boğaz cengin ederken yâran / Zahir oldu âlem-i nusret-i şehr-i ramazân” beytiyle başlayan kasidesiyle buna nazîre yazan Nedîm’in, “Bağteten sâbit olup gurre firâşında imam / Hâb için yatmış iken etti terâvîhe kıyam” beytiyle başlayan kasidesinde ifade edilmiştir. Yine Nedîm’in tiryakinin ağzından söylediği, “Bilemem bende mi şâhidde mi takvîmde mi / Hele bir kizb var ortada budur sıdk-ı kelâm” beytinin ardından, “Olacak oldu heman çâre ne şimden sonra / Edelim hükm-i kazâ destine teslîm-i zimam” beytinde ramazanın gereklerine uymaktan başka çare olmadığını anlatır.

Ramazanın rahmet ve bereket mevsimi olarak gelmesini Enderunlu Vâsıf, “Açıldı yine mısra-ı dervâze-i gufran / Hak’tan taleb-i mağfirete vakt ü zamandır” ve, “Ol mâh-ı fazîlet ki beher rûz-ı şerîfi / Sad mâha bedel olsa ayn-ı ziyandır” mısralarıyla anlatır. Sâbit’in, “Çilleye vesvesesiz girdi kapandı zâhid / Hapsolur tâ ramazan âhir olunca şeytan” beytiyle Vâsıf’ın, “Ol mâh-ı muazzam ki bu mâh içre şeyâtîn / Mü’minler için beste-i zencîr-i girandır” mısraları ramazanın sonuna kadar şeytanların zincirlerle bağlanarak hapsedildiğini belirten hadisin nazmen tercümesi gibidir.

Sâbit, “Dehen ü destini meyhâre yudu sahbâdan / Kûze-i bâdeyi ibrîk-i vuzû etti heman” beytinde nükteli bir dille ramazanın ilânı üzerine sarhoşların bile bu ayı ihya için ellerindeki içki sürahisini abdest ibriğine dönüştürdüklerini anlatır. Tütün tiryakilerinin durumuna Vâsıf, “Tiryâkiye nâgeh ramazan geldi denilse / Lâ havle-künan der eleminden ne zamandır” beytiyle işaret etmektedir. İftarını tütünle açan tiryakileri Sâbit, “Vakt-i imsâkteki micmere-i anberden / Hoştur âlüfteye iftârda bir lûle duhan” beytiyle tasvir etmekte, kahve tiryakilerinin durumları da, “Kadeh-i rıtl-i giran mertebesi keyf verir / Kahve-âşâma ağır kahve ile bir fincan” mısralarıyla anlatılmaktadır. Çocukların ramazanda oruç tutmak istemeleri Vâsıf’ın, “Sıbyân-ı heves ni‘met-i savm ile demekte / Bu şeb beni cânım nene sahûra uyandır” mısralarına yansımıştır.

Camiler Sâbit’in, “Kalb-i mü’min gibi mescid mütesellî ma‘mûr / Dil-i fâsık gibi meyhâne harâb u vîran” beytinde ifade ettiği gibi şenlenir, dışarıdan her türlü kötülüğün merkezi gibi görünen meyhâneler ise bu ayda viran olur. Vâsıf’ın, “Mağfirethân olalım hüzn ile şeb tâ-be-seher / Edip ihlâs-ı derûn ile terâvîhe kıyam” beytinde teravih teşvik edilirken, “Alınır mı ramazan sofularından mushaf / Rahlenin nevbetini beklemeyince insan” beytinde camilerde Kur’an kıraatine ve mukabele dinleme âdetine dikkat çekilir. Nazîm, kandil ve mahyalarla aydınlatılmış camileri çırağan âlemleriyle mukayese ederek, “Lâlezâr-ı dîn çerâğânı kıyâs eyler gören / Her menâr üzre saf-ı kandîl kim sûzân olur” der. Fâzıl mahyalarla aydınlatılmış camileri parıldayan gökyüzü ve Süreyyâ yıldızıyla karşılaştırır: “Eşkâl-i Süreyyâ-yı felek yeknesak üzre / Mâhiyyesi her gece bunun başka nişandır.” Ramazâniyyelerde mahya ve kandiller için de pek çok beyit yazılmış, değişik mazmun ve teşbihlere yer verilmek suretiyle birçok sanat ortaya konmuştur.

Sâbit ramazanda çarşı pazarın bereketini, “Donanıp al akîdeyle şekker tablaları / Etti her kûşe-i İstanbul’u sûk-ı mercan” beytiyle ifade ederken İstanbul’un önemli bir ticaret merkezi olan Mercan Çarşısı’nı telmihle mercan parçalarına benzeyen akîde şekerlerinin şehrin her tarafında satıldığına işaret eder. Ramazanda tatlı, reçel ve şeker tüketiminin arttığı düşünülürse beyit daha da önem kazanır. Sâbit buna da, “Can verir râhat-ı hulkūma esîr-i helvâ / Gelse efsürdegî-i savm ile hulkūmuna can” beytiyle temas eder.

İftarlar bu ayın en önemli zaman dilimidir. Enderunlu Vâsıf, “Gösterme sakın sofrada yer sûfiye yoksa / Dilsîr olamaz tâba pilâv yahni kapandır” diyerek tekke veya imaret yemekleriyle karnını doyurmaya alışmış olanların iftar sofrasında kendilerine hâkim olmalarının güçlüğünü vurgular. “Gördükçe hilâl-i feleği gürisne-çeşman / Ser-sofra-i çarh üzre sanır pâre-i nandır” beyti aç gözlülerin gökyüzündeki ayı bile sofradaki ramazan pidesine benzettiğini, “Kurs-ı mehe bu diş bileyiş var iken onda / Mehdir o değil nan deyü ersen inandır” beyti de onları aksine inandırmanın çok zor olduğunu nükteli bir dille anlatmaktadır.

Ramazâniyyelerde üzerinde önemle durulan konulardan biri de Kadir gecesidir. Enderunlu Vâsıf bunu, “Bil kadrini zîrâ ki bu şehrin şeb-i Kadri / Bîşek sebeb-i mağfiret-i âlemiyandır” beytiyle anlatır. Kadir gecesi şairlerin kadir ve kıymetinin bilinmesi için tevriye yolunu açmakta, bunun yanında övgüye geçmeye de vesile olmaktadır. Nazîm’in Kırım Hanı Selim Giray’ı övmek için kaleme aldığı ramazâniyyesinin girizgâh beyti bu anlayışa örnektir: “Böyle şebde kadre ermek dilese bir rûzedâr/ Vâsıl-ı hân-ı nevâlî hân-ı âlîşân olur.” Ramazâniyyelerin sonunda şair bayramın hasretle beklendiğini ifade ederek çeşitli nükteler yapar. Nedîm’in, “Şevkimiz şimdi ana düştü ki inşâallah / Ola sıhhatle selâmetle meh-i rûze tamam // Kıla erbâb-ı dili âb-ı hayâta sîrâb / Erişip Hızr gibi âh mübârek bayram” beyitleri bu anlayışı aksettirir. Ramazan bayramı için kaleme alınan ıydiyyelerde de ramazanın çeşitli yönlerine atıflar yapılmaktadır.

Bazı mutasavvıf şairlerin ramazanla ilgili şiirleri ramazan ilâhisi olarak bestelenecek muhteva ve yapıdadır. Bunlara İsmâil Hakkı Bursevî’nin ramazanın gelişi dolayısıyla yazılmış, “Sâye saldı ehl-i îmân üstüne / Hamdülillâh geldi mâh-ı ramazan / Doğdu ol nur ehl-i irfân üstüne / Hamdülillâh geldi mâh-ı ramazan” kıtasıyla başlayan şiiri ile Hz. Üftâde’nin bu ayın sona erişini konu edinen, “Ey dostlarım ağlaşalım / Oruç ayı gitti yine / Hasret ile inleşelim / Oruç ayı gitti yine” kıtasıyla başlayan şiiri örnek verilebilir.

Mehmet Emin Ertan ramazaniyyeler üzerinde iki tez çalışması yapmıştır: Ramazaniyeler (Yüz İki Matbu Divanın İncelenmesiyle) (lisans tezi, 1975, İÜ Ed.Fak. Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü); Divan Edebiyatında Ramazaniyeler Üzerine İncelemeler (doktora tezi, 1995, Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü).

MİRACİYYE/هّيجارعم

İslam edebiyat ve sanatlarında Hz. Peygamber’in miracını konu alan eserlerin genel adı.

Miraç mucizesi hemen bütün Müslüman milletlerin medeniyetlerine edebiyat, mûsiki, minyatür, hat ve kitap sanatları bakımından kuvvetle yansımıştır. Ancak bu konudaki eserlerin miraciyye veya miracname adıyla daha çok İranlılarla Türkler tarafından ortaya konulduğu, en çok eserin verildiği edebiyat alanını minyatür, hat ve kitap sanatlarının takip ettiği, musikinin ise sadece Osmanlılar’da mevlid gibi bir form oluşturduğu görülmektedir.

Bazı şairlerin, Kâ‘b b. Züheyr’in Kaṣîdetü’l-bürde içinde yer alan miraçla ilgili on bir beyti gibi Hz. Peygamber hakkında yazdıkları manzumelerde konuya temasları dışında -Osmanlı sahasında bilinen bir iki örnek de istisna edilirse- Arapça eserler edebî olmaktan çok miracı dinî ilimler açısından ele alan kitaplardır. İmam Gazzâlî’den itibaren bir kısmı Abdülkādir-i Geylânî, Muhyiddin İbnü’l-Arabî gibi mutasavvıfların kaleminden çıkmış bu eserler değişik adlar taşır (Akar, Türk Edebiyatında Manzum Mi‘râc-nâmeler, s. 91-93, 408-410).

Fars edebiyatında miraç edebî eserlerin konusu olarak dikkat çeker. Bunların müstakil olanlarından çok Nizâmî-i Gencevî’nin Ḫamse’si, Ferîdüddin Attâr’ın İlâhînâme ve Esrârnâme mesnevileri, Molla Câmî, Hüseyin Vâiz-i Kâşifî gibi sanatkârların değişik eserlerinin içinde yer alan örnekleri tanınmıştır (a.g.e., s. 93-95, 411-412). Müellifi meçhul müstakil bir eser olan 671 beyitlik Miʿrâcnâme ise basılmıştır (Tahran, ts.).

Türk Edebiyatı. Miraç Türkçe eserlerde çokça işlenmiştir. Müstakil olanların dışında siyer ve mevlidlerle mu‘cizât-ı nebî gibi eserlerin, Muhammediyye ve Garibnâme gibi kitapların birer bölümü de miraca ayrılmıştır. Ayrıca divanlarla din dışı mesnevilerde bu konuda şiirlere yer verilmesi bir gelenek halini almış, zamanla kasidelerin mirâciyye, mesnevilerin ise mi‘racnâme adıyla anıldığı zengin bir edebî tür oluşmuştur. Konunun genellikle dinî kaynaklara dayanarak didaktik bir şekilde ele alındığı eserlerde müellifin sanatkâr yönünün ikinci planda kaldığı, tasavvufî açıdan işlenen mesnevi ve kasidelerde ise daha lirik ve sanatkârane bir üslûbun ön plana çıktığı, şairlerin hayal dünyalarının zenginliğine göre olaya şahsî yorumlar getirdiği görülmektedir.

Aruzun en çok “fâilâtün fâilâtün fâilün” ve “mefâilün mefâilün feûlün” kalıplarının kullanıldığı mi‘râciyyelerin kaside formuyla yazılanlarında konu ortalama elli-altmış beyit içinde özetlenirken mesnevilerde 2000’e yaklaşan beyit hacminin sağladığı imkânla çok tafsilâtlı olarak işlenmektedir. Kasidelerin nesib kısmı, miraç gece meydana geldiğinden bu manaya gelen Arapça ve Farsça kelimeler üzerinde kurulmuş söz sanatlarıyla başlar; hadise, küfür karanlıklarını ortadan kaldıran nurani ve ilâhî bir mucize şeklinde takdim edilerek gecenin önemi vurgulanır. Ardından gecenin ve gökyüzünün tasvirine geçilir. Bazen da miraç öncesi yine gece gerçekleşmiş olan şakk-ı sadr mucizesine temas edilir ve miracın safha safha tasvirine girişilir. Ümmü Hânî’nin evinden başlayan bu yolculukta Cebrail’in burakı cennetten getirişi anlatılır. Burak’ın uzun uzadıya tasviri mirâciyyelerin en önemli konularındandır. Daha sonra Hz. Peygamber’in Mescid-i Aksâ’ya gidişi, orada diğer peygamberlere namaz kıldırması ve onlardan üstünlüğü vurgulanır. Kudüs’ten tekrar semaya yükselişi (urûc) sırasında sahrenin Resûl-i Ekrem’in ardından harekete geçmesi ve “dur” ihtarıyla havada asılı kalması (hacer-i muallak) mucizesi telmihler, tecâhül-i ârifler, hüsn-i talilerle süslenerek nakledilir. Bunu gökyüzünde dolaşma, sema katlarında diğer peygamberlerle tanışma, cennet, tuba, huriler, köşkler, ırmaklar ve cehennem hayatı tasvirleri takip eder. Resûlullah’ın “Kâbe kavseyn” makamına ulaşması, Allah ile mülâkatı ve rabbi katındaki değeri anlatılarak sanatkârın bakış açısına göre farklı yorumlarla şekillendirilir. Namazın miraçta farz kılınması, Hz. Peygamber’in dönüşte hadiseyi ashabına müjdelemesi, müminlerin kabulü ve müşriklerin inkârı gibi hususlar işlenir. Bu muhteva Ganîzâde Mehmed Nâdirî’nin mi‘râciyyesinde en güzel ifadesini bulmuştur. Mesnevilerde ise tevhit, naat ve münacatın ardından yukarıdaki konuların her biri bir kaside hacmine ulaşan bölümler halinde bazen İsrâiliyat’a dayanan rivayetlerle anlatılır. Bu arada naat ve münacatlara, kaside ve gazellere de yer verildiği, namaz ve diğer ibadetler hakkında bilgiler aktarıldığı dikkat çeker. Abdülvâsi Çelebi, Abdülbâki Ârif, İsmâil Hakkı Bursevî ve Ârif’in miraciyyeleri bu özellikleri ortaya koyan mesnevilerdir.

Miraç, Türk edebiyatında ilk defa bir motif olarak Satuk Buğra Han Destanı’nda görülür. Çağatay sahasında XII. yüzyılda Hakîm Ata tarafından yazıldığı kabul edilen 122 beyitlik Mi‘râcnâmetü’l-hazrettürün ilk müstakil örneği olup hece vezniyle ve sade bir dille kaleme alınmıştır (nşr. Kemal Eraslan, “Hakîm Atâ ve Mi‘râcnâmesi”, EFAD, Ahmet Caferoğlu Özel Sayısı, sy. 10 [1979], s. 243-304). Pavet de Courteille’in, halen Paris Bibliothèque Nationale’de kayıtlı (Suppl., nr. 190) Uygurca metni Fransızca tercümesiyle birlikte neşrettiği (Paris 1882) Mîr Haydar’ın miraçnamesi Anadolu dışında yazılmış bir diğer örnektir (Anadolu sahası dışındaki mi‘râciyyeler hakkında bk. bibl. İz, Sertkaya).

Anadolu sahasında ilk müstakil miraciyye XV. yüzyılın başında (808/1405) Ahmedî tarafından yazılmıştır. Tahkīk-i Mi‘râc-ı Resûl başlıklı 497 beyitlik eser, şairin divanındaki kısa miraciyyelerden farklı olduğu gibi İskendernâme’sindeki mevlid bölümünden de ayrıdır (nşr. Yaşar Akdoğan, “Mi‘rac, Mi‘rac-nâme ve Ahmedî’nin Bilinmeyen Mi‘rac-nâmesi”, Osm.Ar., sy. 9 [1989], s. 263-310). Metin Akar’ın yayımladığı, Abdülvâsi Çelebi’nin 567 beyitlik Mi‘râcnâme-i Seyyidü’l-beşer Hazret-i Resûlullah aleyhi efdalü’s-salavât’ı ise 817 (1414) yılında kaleme alınmıştır. Aksaraylı Îsâ adlı bir şair tarafından XIV-XV. yüzyılda yazıldığı tahmin edilen, Sema Özdemir’in üzerinde yüksek lisans çalışması yaptığı (bk. bibl.) 341 beyitlik Mi‘râcnâme’de (Süleymaniye Ktp., Lâleli, nr. 3756, vr. 64a -75b ) mi‘racdan ziyade mi‘racda farz kılınan namaz, ayrıca kabir soruları, oruç, zekât ve hac hakkında mâlûmat verilmiştir. Aynı zaman dilimine ait olduğu tahmin edilen müellifi meçhul ikinci eser, nüshalarına göre beyit sayısı 468-678 arasında değişen bir mesnevi olup İbn Abbas rivayetine dayalı bilgiler üzerine kurulmuştur (nşr. Hayati Develi, “Eski Türkiye Türkçesi Devresine Ait Manzum Bir Miracnâme”, TDED, XXVIII [1998], s. 81-228). Bunları, Nebahat Gülsoy’un yüksek lisans tezi olarak incelediği (1993, MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü), Ârif adlı bir şair tarafından 841’de (1437) kaleme alınan 1745 beyitlik Mi‘râcü’n-nebî takip eder (Süleymaniye Ktp., İbrâhim Efendi, nr. 355). XV. yüzyıla tarihlenen bir diğer miraciyye sade bir dille yazılan İbrahim Bey’e ait 275 beyitlik mesnevidir (nşr. Musa Duman, “İbrahim Bey’in Mi’râcnâmesi”, TDED, XXVII [1997], s. 169-238). Zaman içinde belirgin özellikler kazanan mi‘racnâmeler XV. yüzyıldan itibaren daha fazla rağbet bulmuş, manzum, mensur yahut çoğu manzum karma metinler hâlinde gelişimini sürdürmüştür. Dinî-tasavvufî manzum eserlerin içinde miraç hadisesine bir bölüm ayrılması da yine XV. yüzyılda yaygınlık kazanmıştır. XIV. yüzyıla ait Âşık Paşa’nın Garibnâme’sinde (nşr. Kemal Yavuz, s. 21-41), XV. yüzyılda Yazıcıoğlu’nun Muhammediyye’sinde (haz. Âmil Çelebioğlu, “Faslün fi’l-mi’râc”, s. 133-151), Amasyalı Münîrî Çelebi’nin Siyer-i Nebî’sinde, Süleyman Çelebi’nin Vesîletü’n-necât’ında (nşr. Neclâ Pekolcay, Ankara 1993, “Fî Beyân-ı Mi‘râc-ı Mustafâ [s.a.s.]”, s. 74-79), Akşemseddinzâde Hamdullah Hamdi’nin Ahmediyye’sinde (Hacı Selim Ağa Ktp., Kemankeş Emîr Hoca, nr. 181), Ârifî Fethullah Çelebi’nin Şehnâme-i Âl-i ʿOs̱mân’ının Enbiyânâme adıyla da anılan I. cildinde, Abdurrahman Ubeydî’nin Evsâf ve Mu‘cizât-ı Nebî’sinde (s. 18-20), Hâkānî Mehmed Bey’in Hilye’sinde mi‘rac hadisesine temas edilmiştir (geniş bilgi için bk. Akar, Türk Edebiyatında Manzum Mi‘râc-nâmeler, s. 112-124). Din dışı örnekler arasında Ahmedî’nin Cemşîd ü Hurşîd’i, Fuzûlî’nin Leylâ vü Mecnûn’u ile Ali Şîr Nevâî’nin Hamse’sini teşkil eden mesnevilerdeki miraç fasılları tanınmış örneklerdendir. Metin Akar’ın, içinde miraciyye bulunan bu gibi mesnevilere dair verdiği liste bunların zenginliğini ortaya koymaktadır (a.g.e., s. 125-127).

XVI. yüzyıldan itibaren divanların içinde mirâciyyelerin artmaya başladığı, XVII ve XVIII. yüzyıllarda ise hemen her şairin divanında bir veya birkaç miraciyyenin yer aldığı görülmektedir. Bunların en eski örneği Lâmiî Çelebi’ye (ö. 938/1532) aittir. Ganîzâde Mehmed Nâdirî ise türün meşhur miraciyyesinin şairidir. Onun divanındaki, “Teâlellah zihî şâm-ı sürûr-encâm-ı gam-fersâ / Ki oldu mazhar-ı esrâr-ı sübhânellezî esrâ” beytiyle başlayan kasidesine Azmîzâde Mustafa Hâletî ve Halîmî Çelebi gibi şairler nazire yazmıştır. Nev‘îzâde Atâî, Nâilî-i Kadîm, Neşâtî, Sâbit, Nazîm, Sâlim Mehmed Emin Efendi, Ali Nutkî Dede, İzzet Molla, Lebîb ve Âdile Sultan bu konuda manzumeleri olan şairlerden bazılarıdır.

XVIII. yüzyılda Abdülbâki Ârif’in kaleme aldığı mesnevi, aynı mahlası kullanan Ârif Süleyman Bey’in eseriyle karıştırıldığı gibi (DİA, I, 197) yanlışlıkla Sırrı Abdülbâki Dede adına da neşredilmiştir (Manzûme-i Mi‘râc, İstanbul 1317). 319 beyitlik bu manzum-mensur eser devrinde bestelenmiştir. İsmail Hakkı Bursevî’nin 478 beyit olan miraciyyesi (müellif hattıyla TSMK, Emanet Hazinesi, nr. 1790, vr. 66b-82b 54 ) tasavvufî bir muhtevaya sahiptir. Nâyî Osman Dede’nin miraç kandillerinde okunmak üzere yazıp bestelediği Mi‘râcü’n-nebî aleyhisselâm adlı tevşihleri hariç 102 beyitlik eseri türün en tanınmış örneğidir (İstanbul 1310). Nahîfî’nin Mi‘râcü’n-nebî isimli 1157 beyitlik mesnevisinde (Süleymaniye Ktp., Âşir Efendi, nr. 323, vr. 29b58b ) ilgili ayetler ve sahih hadisler başta olmak üzere diğer rivayetler ve ulemanın miraca dair görüşleri değerlendirilmiştir. Didaktik yönü ağır basan eserde şair Hz. Peygamber’i övdüğü beyitlerinde yüksek bir lirizme ulaşmıştır. Abdullah Salâhî Uşşâkī’nin bir miraciyyesinin bulunduğu kaydedilmekteyse de bunun, içinde mi‘raca da yer verilen (üçüncü ve dördüncü bölümler) bir mevlit olduğu tespit edilmiştir (Akkuş, s. 180-181). Şair ve hattat Ârif Süleyman Bey’in yanlışlıkla Reîsülküttâb Ârif Efendi’nin divanında da basılan (Bulak 1258, s. 18-32) mi‘râciyyesi de (Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, nr. 2656) XVIII. yüzyılın başarılı örneklerindendir. Vak‘anüvis Hâkim Mehmed Efendi’nin 432 beyitlik miraciyyesi müstezat şeklinde kaleme alındığı bilinen tek örnektir (Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi, nr. 4477). Mecîdî de Mi‘râciyye-i Risâlet-penâh aleyhisselâm adını taşıyan 289 beyitlik mesnevisinde (İÜ Ktp., TY, nr. 4009) konuyu tasavvufi açıdan ve oldukça lirik bir üslupta yorumlamıştır. Yenişehir Fenerli Hâfız Ömer, 1204’te (1790) kaleme aldığı 318 beyitlik miraciyyesinde (Millet Ktp., Ali Emîrî Efendi, Manzum, nr. 1375) Hz. Peygamber’in Allah ile mülâkatı üzerinde durmuş, züht, takva ve namaz gibi konuları işleyerek âdeta bir nasihatname meydana getirmiştir.

Hakkında yeterli bilgi bulunmayan Seyyidî’nin 143 beyitlik Der Beyân-ı Kıssa-i Mi‘râc’ı ile (Ankara Cebeci Halk Ktp., Yazma, nr. 1061, vr. 62b-65a ) XIX. yüzyıl Mevlevî şeyhlerinden Kilisli Aşkî Mustafa Efendi’nin Bahçe-i Letâif ve Lehçe-i Maârif adlı külliyatındaki 189 beyitlik miraçnamesi (Bilgin, s. 97-116) türün nispeten kısa örneklerindendir. Süleyman Nazif’in babası Said Paşa’ya ait 119 beyitlik manzume devrin din aleyhtarlarının peygamberliği, mucizeleri ve miracı inkârları karşısında miraç mucizesini ispat amacıyla yazılmıştır (nşr. Kenan Erdoğan, “Klâsik Mi’râciyyelerden Farklı Bir Mi’râciyye: Said Paşa ve Mi’râciyyesi”, Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, sy. 12 [Erzurum 1999], s. 163-185).

Edirne Müftüsü Mehmed Fevzi Efendi’nin Kudsiyyü’s-sirâc fî nazmi’l-mi‘râc adlı mesnevisi (İstanbul, ts.) müellife ait bir miraç ilahisiyle on naat-ı şerif hariç 183 beyittir. Eserin dikkat çekici tarafı, miraç kandilinde okunmak üzere yazılıp bestelenmiş ve bu maksatla bahir aralarında müellif tarafından ilahi ve tevşihler yazılmış olmasıdır (miraciyye, şairin Mevlid ve Regāibiyye’siyle birlikte Mustafa Uzun tarafından neşredilmiştir, İstanbul 1996). Aynı müellifin Kudsiyyü’l-minhâc fî icmâli baḥs̱i’l-miʿrâc’ı ise (İstanbul 1314) Osmanlı sahasında bilinen tek Arapça manzum örnektir.

Kolağası Receb Vahyî’nin (ö. 1923) 542 beyitlik Minhâcü’l-mi‘râc adlı mesnevisi (İstanbul 1315; Mi’râcü’l-beyân: Mi’racın Tasavvufî Boyutu, haz. Mustafa Tatçı – Cemâl Kurnaz, Ankara 1999) her biri farklı bir vezinle yazılmış sekiz ana başlık altında toplanmıştır. Eser, samimi ifadesi ve miraç motiflerinin orijinal buluşlarla değerlendirilmesi bakımından önemlidir. Son örnekler arasında Kerküklü Seyyid Abdüssettâr’ın Mi‘râciyye Divanı (İstanbul 1326) ve Şeyh Muslihuddin Vahyî’nin Mi‘râcü’l-beyân’ı da (Kastamonu 1327) anılmalıdır. Cemalettin Server Revnakoğlu, mi‘râciyye yazdığı halde eserlerine henüz ulaşılamayan şu isimleri de kaydetmektedir: Üsküdarlı Seyyid Mehmed Nûri Efendi, Emîr Buhârî şeyhi Simkeşzâde Feyzî, Erzurumlu Şeyh Osman Sirâceddin Efendi, Beylerbeyili Arap Sâlih Bey. Balıkesirli Fatma Kâmile Hanım’ın (ö. 1921) mi‘râciyyesi bir kadın tarafından kaleme alındığı bilinen tek eserdir. Kaynaklarda miraciyye şairi olarak gösterilen başka kişiler de vardır (Akar, Türk Edebiyatında Manzum Mi‘râc-nâmeler, s. 203-204). Son devirde Mehmed Bahâeddin ile (Amasya 1339) Mehmed Lutfi de (Hülâsatü’l-beyân içinde, İstanbul 1974) miraciyye yazmıştır. Enver Tuncalp, Ali Genceli, Necip Fazıl Kısakürek ve Mustafa Âsım Köksal miraç konulu yeni tarz şiirler kaleme alan şairlerin başlıcalarıdır. Miraciyyeler naatlar gibi derlenerek miraciyye veya naat-miraciyye mecmuaları düzenlenmiştir. Süleymaniye Kütüphanesi’nde bulunan (Hamidiye, nr. 1200) Mecmûa-i Nuût-ı Nebeviyye bu tür derlemelerin güzel bir örneğidir.

Türk Din Musikisi. Kaynaklarda, miraç kandilinde miraciyye okuma âdetinin XVIII. yüzyılda Nâyî Osman Dede’nin miraciyyesiyle başladığı görüşü hâkimdir. Ancak Türk edebiyatında ilk miraciyyenin XII. asırda kaleme alındığı, ilk müstakil mevlit ve miraciyyenin de XV. yüzyılda yazılıp okunduğu düşünülürse bu tarih epey geçtir. Ayrıca XIV. yüzyılda Muînü’l-mürîd ile Hârizmî’nin Muhabbetnâme’si dinî toplantılarda okunmaktaydı. Yazıcızâde Mehmed’in Muhammediyye’si de yazılışından itibaren mevlit gibi okunduğuna göre bu eserdeki miraç faslının da miraç kandillerinde okunmuş olması mümkündür.

Kaynaklarda belirtildiğine göre bir kandil gecesinde Şeyh Mehmed Nasûhî Efendi, Üsküdar Doğancılar’daki tekkesinde Nâyî Osman Dede’den mevlit gibi okunmak üzere bir miraciyye yazıp bestelemesini istemiş, bunun üzerine Osman Dede kaleme aldığı eserini segâh,müstear, dügâh, neva, saba, hüseynî, nîşâbur makamlarında yedi bölüm (hane) halinde besteleyip ilk defa burada okumuştur. Mevlitte olduğu gibi bahir aralarındaki güfteleri Mevlânâ ve Mehmed Nasûhî’ye ait olan tevşihleri de Osman Dede bestelemiştir. Müstear hanesinin başında tevşih yer almadığından eserde segâh, dügâh, neva, saba ve hüseynî makamlarında beş tevşih mevcuttur. Yeni bir ebced notası icat etmiş olan Osman Dede’nin miraciyyesinin notaya alıp almadığı bilinmemektedir. Eser geleneksel meşk usulüyle yaşatıldığı için neva bahri tevşihiyle beraber Aziz Mahmud Hüdâyî Dergâhı şeyhi Mehmed Rûşen Efendi’nin (ö. 1891) ardından unutulmuştur. Bu kısmı sonraları Balat şeyhi Hâfız Kemâleddin Efendi yeniden bestelemişse de tutunmamıştır. Tekkelerin kapatılmasından sonra dinî musikinin zayıflamasıyla birlikte miraciyye de unutulmaya yüz tutmuş, ancak Mehmet Suphi Ezgi ve Abdülkadir Töre tarafından değişik sanatkârlardan dinlenip ayrı ayrı notaya alınarak neşredilmiştir. Neyzen Emin Dede’nin Hopçuzâde Mehmed Şâkir Efendi’nin oğlu Şeyh Ali Rızâ Efendi’den notaya aldığı mi‘râciyye ise elde değildir. Suphi Ezgi eseri 27 Haziran 1936’da Mehmet Sami’den notaya ve plağa almış, darb-ı Türkî usulüne oturtup bazı düzenlemelerde bulunarak Nazarî, Amelî Türk Musıkîsi adlı kitabında yayımlamıştır (İstanbul, ts., III, 102- 143). Esere segâh makamındaki Arapça güfteli ilk tevşihin ardından yirmi mısralık segâh hanesiyle girilmekte, hüzzama sık sık geçkiler yapılmakta ve eser segâhla sona ermektedir. On iki beyitlik müstear hanesinde ayrıca bayatî, mâye, segâh ve hüzzam geçkiler dikkati çeker. Ardından, Arapça matlalı dügâh tevşih ve Hz. Peygamber’in mi‘raca davetini konu alan yirmi iki beyitlik saba, çargâh, hicaz, hüseynî, acem ve buselik makamlarında geçkilerin de yer aldığı dügâh hanesi gelmektedir. Bunu saba tevşihi ve on altı beyitlik saba hanesi takip eder. Burada da dügâh, hüseynî, çargâh, bestenigâr makamlarında geçkiler bulunur. Farsça güftesi Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’ye ait olan hüseynî tevşihten sonra hüseynî hanesi gelir. Mi‘racda olan bitenin anlatıldığı, dokuzunun bestesi unutulmuş otuz beş beyitlik bu bölümde gerdaniye, necd hüseynî, buselik, acem, araban geçkiler vardır. Eser on bir beyitlik nîşâbur makamında münacat hanesiyle sona ermektedir. Suphi Ezgi unutulan neva hanesine metninde yer vermediğinden bu neşir bir hane eksik görünmektedir.

Abdülkadir Töre’nin tespitlerine dayanarak miraciyyenin notalarını yayımlayan M. Ekrem Hulûsi Karadeniz, durak şeklinde ve usulsüz okunan eseri usule sokma gayreti yüzünden Suphi Ezgi’nin notalarının yanlış olduğunu ileri sürmüştür. Bu neşirde unutulan neva hanesinin güftesi tevşihiyle beraber yer almaktadır. Miraciyyenin sadece metni, kenarlarında her bahrin makamı gösterilmek suretiyle devrin Sa‘diyye şeyhlerinden Ali Galib Efendi tarafından Mi‘râcü’n-nebî aleyhisselâm adıyla yayımlanmıştır (İstanbul 1310). Latin harfli ilk neşri yapan Sadettin Nüzhet Ergun’un da bazı yanlışlıklardan kurtulamaması, Arapça ve Farsça kısımların okunuşunu vermemesi bir edisyon kritik ihtiyacını hâlâ sürdürmektedir.

Abdülbâki Ârif Efendi’nin miraciyyesinin de XVIII. yüzyıl bestekârlarından Niznâm (Tiznâm) Yûsuf Çelebi tarafından bestelendiği ve İstanbul’da Eyüp Sultan Türbesi’nde okunduğu kaydedilmektedir; ancak eser zaman içinde unutulmuştur. Edirne Müftüsü Mehmed Fevzi Efendi’nin eserinin de besteli olarak okunduğu metindeki tevşih ve miraç konulu ilâhiler, manzumenin sonuna ilâve edilmiş bulunan duadaki ifadeler yanında Cemalettin Server Revnakoğlu’nun verdiği bilgilerden anlaşılmakla birlikte notası elde değildir.

Nâyî Osman Dede’nin miraciyyesi miraç kandilinde veya ertesi gün cami, Mevlevihane ve tekkelerden başka diğer bazı yerlerde de icra edilirdi. Namazın ardından bir hâfız Isra süresinin baş kısmını okur. Fatiha’dan sonra iki miraçhan birbirine bitişik iki kürsüye çıkarak eseri müştereken icraya başlar. Bu sırada kürsülerin altında oturan Zakirler her mısraın nihayetinde “sallû aleyh” ibaresini makamına göre topluca söyler. Altıncı bahrin her mısraının sonunda ise “minna’s-salât” ibaresi terennüm edilir, münâcât hânesinde de “ıkbel yâ mücîb” terennümü tekrarlanırdı. Ayrıca her bahirden önce o bahre mahsus tevşihler Zâkirlerce okunurdu. Münacat kısmı icra edilirken dinleyicilere gül suyu serpilir, miraçta Hz. Peygamber’e sunulan içecekleri temsilen şerbet ve süt ikram edilir, mevlit törenlerinde olduğu gibi şeker dağıtılırdı. Miraciyye tamamlanınca genellikle Necm sûresinin miraca dair kısmından veya Bakara süresinden bir aşr-ı şerif okunur, miraç duası ile tören biterdi (örnek bir dua metni için bk. Mevhibetü’l-Vehhâb, İstanbul 1289, s. 85). Aşçı İbrâhim Dede’nin hâtıralarında yer alan (Koçu, s. 62-63), 1867 yılında Erzincan’da miraç kutlamalarıyla ilgili bilgiler bu geleneğin Anadolu’ya da ulaştığını göstermektedir. Vakıf kayıtlarından miraciyye okunması için özel vakfiyelerin tanzim edildiği anlaşılmaktadır. Nitekim 1189 (1775) tarihli vakıf kaydında Bayramiyye tarikatına bağlı Himmet Efendi Tekkesi’nde bir miraciyye yazılıp bestelenerek Miraç Kandili’nde okunması için tahsisat ayrıldığı belirtilmektedir. Bursalı Safiye Hanım’ın bu konudaki vakfiyesi 1888 tarihlidir (Kara, VII/7 [1998], s. 38). Sultan Reşad tarafından Yenikapı Mevlevîhânesi’nde miraciyye okunması için vakıf yapıldığı da bilinmektedir.

Tekkelerin kapatılmasından sonra miraciyye ilk olarak 12 Mayıs 1951’de Aziz Mahmud Hüdâyî Âsitânesi’nde İsmail Gavsi Erkmenkul, Hopçuzâde Mehmet Şakir Çetiner, Hâfız Hasan Hilmi Başaranel ve arkadaşları tarafından okunmuştur. Son miraciyyehan Şakir Çetiner ve arkadaşları, Vakıflar İdaresi’nin ilgisizliğine rağmen miraciyye vakıflarını 1980’li yıllara kadar yaşatmaya çalışmışlar ve İstanbul’da Sümbül Efendi Camii’nde Kazasker Mehmed Süedâ Vakfı adına, Tophane’de Kādirîhâne Camii’nde (eski Kādirî Âsitânesi) Rifat Mehmed Paşa ve İsmail Gavsi Efendi vakıfları, Bursa’da İbrâhim Paşa Camii’nde Safiye Hanım Vakfı gereği miraciyye okumayı sürdürmüşlerdir. Şakir Çetiner’in vefatından sonra düzenli biçimde mi‘râciyye okunuşuna pek rastlanmamaktadır. Ahmet Hatipoğlu, ilk defa sazların iştiraki ve kadın erkek sanatçılardan oluşan korosuyla birlikte Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın vefatı üzerine miraciyyenin tamamını radyo ve televizyonda icra etmiş, ayrıca kasetini hazırlayarak yayımlamıştır (İstanbul 1992). Eserin bir bahri tevşihiyle beraber yine ilk defa 2004 yılı miraç kandilinde Fâtih Camii’nden yayımlanan mevlit töreninde okunmuştur.

Türk din musikisinde miraciyye okumak ayrı bir tavır kabul edildiğinden miraçhanlık önemli bir icra tavrı olarak gelişmiştir. Yukarıda zikredilenler dışındaki birçok miraciyyehan arasında Uncuzâde Mehmed Emin Efendi, Hamâmîzâde İsmâil Dede, Mutafzâde Ahmed Efendi, Hüseyin Fahreddin Dede, Enderunlu Hacı Nâfiz Bey, İmrahorlu Arap Sâlih, Durak Hazinesi Nakşî Efendi, Hakkâk Hâfız Abdi Efendi, Selâmi Efendi Tekkesi şeyhi Ahmed Muhtar Efendi, Neyzen Emin Dede, İbrâhim Halil (Erkal), Zekâizâde Hâfız Ahmet (Irsoy) önde gelenlerdir.

Dinî musikide miraç ilahileri ayrı bir grup oluşturacak kadar zengindir. Bunlara ait güftelerin bir kısmı miraciyyelerden alınmış, bir kısmı da sadece bu maksatla yazılıp bestelenmiştir. Bu eserlere Yunus Emre’nin acem makamında tevşih olarak bestelenmiş on altı beyitlik şiiri (notası için bk. Töre, İlâhîler, VIII, 106-107), Fuzûlî’nin Tanbûrî Aziz Efendi’nin hümâyun makamında tevşih olarak bestelediği gazeli (notası için bk. Şengel, İlâhîler, IV, 86-87), Nazîm’in Şikârîzâde Ahmed Efendi tarafından arazbâr makamında tevşîh olarak bestelenen şiiri (notası için bk. Töre, İlâhîler, VIII, 144- 145), Neccârzâde Rızâ’nın Hopçuzâde Şâkir’in saba makamında bestelediği (notası için bk. a.g.e., IX, 183-184), ayrıca uşşak ve dügâh-ı kadîm makamında bestelenmiş (notası için bk. Şengel, İlâhîler, II, 56-57) manzumesi, İzzettin Hümâyi Bey’in güftesi kendisine ait hüzzam mi‘rac ilâhisi, Zekâizâde Hâfız Ahmet’in rast ilâhisi (notası için bk. a.g.e., IX, 171) örnek gösterilebilir.

Minyatür. İslâm ve Türk minyatür sanatında miraç minyatürleri ayrı bir grup teşkil edecek zenginlikte olup daha çok miraçname adıyla anılmaktadır. Bunlar siyer-i nebî, kısas-ı enbiyâ ve miraçnamelerle Reşîdüddin’in Câmiʿu’t-tevârîḫ’i gibi eserlerde, ayrıca içinde miraciyye bulunan divan, hamse ve mesnevilerde, acâibü’l-mahlûkāt ve falnamelerde yer almaktadır. Hint bölgesinde Hz. Ali’nin hayatına dair Ḫâvernâme ve Ḥamle-i Ḫayderî gibi kitaplarda da miraç konulu minyatürlere rastlanmaktadır.

Miraç minyatürlerinin şekillenmesinde sanatkârın konuyla ilgili hadisleri anlayış ve yorumlayışından kaynaklanan şahsî değerlendirmeleri yanında devrin ve bölgenin kompozisyon, resim, şekil, nakış ve renk anlayışının da etkisi vardır. Bu sebeple İran, Arap, Hint ve Türk minyatür üslûplarının miraç minyatürlerine en belirgin şekilde yansıdığı görülmektedir. Bilhassa Türk ve İranlı minyatür ustalarının yaptığı miraç minyatürlerinin, XIV. yüzyıldan bu sanatın en gelişmiş örneklerinin ortaya konulduğu XVIII. yüzyıla kadar daha büyük bir itina ile üslûplaştırılarak resmedildiği, Arap geleneğinde ise genellikle belgesel bir anlayışla hareket edilmesi neticesinde nispeten zevksiz örneklerin ortaya konduğu söylenebilir. Sünnî çevrelerde Hz. Peygamber’in yüzü çok defa peçe ile (nikāb) örtülürken İran ekolüne bağlı minyatürlerde bu hususa fazlaca riayet edilmemesi de önemli bir farklılıktır. Ayrıca minyatürlerde en çok resmedilen burakın Şiî geleneğinde arslan kuyruklu oluşu ve aynı sahnede Hz. Ali’yi temsil eden bir arslan resmedilmesi, Resûl-i Ekrem’in elindeki yüzüğü bu arslana uzatarak ona nişan göstermesi (Dehlevî, Ḫamse 58 [Ḫüsrev ü Şîrîn], Süleymaniye Ktp., Hâlet Efendi,nr. 377, vr. 45a ) dikkat çeken bir özelliktir.

Miraç minyatürlerinin en eskisi Câmiʿu’t-tevârîḫ’te bulunan, Hz. Peygamber’in burakın üzerinde meleklerle beraber gökyüzünde uçarken tasvir edildiği minyatürdür (Edinburg Üniversitesi Ktp., Arap, nr. 20, vr. 55a ). Nizâmî, hamsesinin ilk mesnevisi olan Maḫzenü’l-esrâr’da mi‘rac konusuna yer verdiği için eserin minyatürlü nüshalarında mi‘rac minyatürleri mevcuttur.

Molla Câmî’nin Dîvân, Heft Evreng ve Yûsuf u Züleyḫâ’sının bazı nüshalarında da mi‘rac minyatürleri bulunmaktadır. Miraç Moğollar döneminde metni günümüze ulaşmayan bir miraçnamede işlenmiştir. Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi’nde (Hazine, nr. 2154) on levha halinde Behram Mirza albümünde yer alan ve konuyu emsallerine göre daha fazla dinî hassasiyetle resmettiği görülen minyatürler Ahmed Mûsâ isimli bir sanatkâra atfedilmektedir. Miracı bütün yönleriyle resimleyen, metniyle birlikte zamanımıza kadar gelmiş en eski miraçname, Herat’ta Şâkruh’un sarayında 840’ta (1436) hazırlanmış elli yedi minyatürün bulunduğu Uygurca eserdir (Paris Bibliothèque Nationale, Turc, nr. 190 kayıtlı yazmadaki minyatürler Marie-Rose Séguy tarafından Mirâj Nâmeh Le Voyage du Prophète adıyla neşredilmiştir [Fransa 1977, Draeger Editeur]). Mi‘rac minyatürleriyle dikkat çeken önemli bir kitap da Darîr’in Sîretü’n-nebî’sinin Osmanlı kitap sanatlarının en üst düzeye ulaştığı dönemin son başarılı örneklerinden olan minyatürlü nüshasıdır. Eserin miracın anlatılmasıyla başlayan III. cildinde (New York Public Library, Spencer Koleksiyonu) beş minyatür mevcuttur. Bu ciltten çıkarılmış, Resûl-i Ekrem’in miraçta Hz. Mûsâ ile görüşmesinin tasvir edildiği bir minyatür Batı Berlin İslâm Sanatları Müzesi’ndedir (miraç minyatürlerine yer veren yazmaların bir listesi için bk. Tekin, s. 537-549; Çığ, sy. 3 [1959], s. 51-90). Miraç halk resmine de konu olmuştur. En çok resmedilen insan yüzlü, tavus kuyruklu, yeşil kanatlı, başında ay yıldızlı bir taç bulunan kırat sûretindeki buraktır.

Miraçla ilgili ayet ve hadislerle bezenmiş levhaların bir tarafında Mekke, diğer tarafta Mescid-i Aksâ (Kudüs) resmedilmiş, arasına da burak yerleştirilmiştir.

Hat. Hat sanatında, miracın anlatıldığı Isra ve Necm sürelerinin tamamı veya bazı ayetleri, farklı sürelerde yer alan ilgili ayetler, bu konudaki hadisler yahut bunların belirli bölümleri Mushaflarda, cüzlerde, ayrıca murakka‘ ve levhalarda, özellikle de camilerin kuşak yazılarında tezyinî unsur olarak kullanılmıştır. Kûfî hatla yazılan ilk Mushaf örneklerinden itibaren Isra ve Necm sürelerinin başındaki tezhipli serlevhalar ayrı bir estetik ve değer kazanmıştır. Ekol sahibi büyük hattat ve sanatkârlar eliyle yazılmış Mushafların bu konuda önemli etkisi olmuştur. Yâkūt el-Müsta‘sımî, Abdullah-ı Sayrafî, Muhammed Tuğrâî, Mîr Abdülkādir Hüseynî, Mîr Ali Tebrîzî, Alâeddin Tebrîzî, İbnü’l-Bevvâb, Şah Mahmûd Nîsâbûrî, Ahmed Şemseddin Karahisârî, Şeyh Hamdullah Efendi, Abdullah Amâsî, Hâfız Osman ve Kadırgalı gibi Mushaf hattatlarının ortaya koyduğu örnekler en değerlileridir (bu konuda geniş bilgi için bk. Ahmed Gülçîn-i Meânî, tür.yer.). Cüzlerde de görülen bu özelliklere, Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi’ndeki İsrâ süresiyle başlayan, XIV. yüzyılda Beylikler döneminde tezhip edilmiş on beşinci cüz örnek gösterilebilir. Bu cüzün müzehhep ilk iki sayfasında sadece miraç ayetlerinin yer alması sanatkârın konuya yaklaşımını göstermesi bakımından dikkat çekicidir (Bayram, XVI [1982], s. 143-154). Isra süresinin kuşak yazısı şeklinde kullanılmasının ilk örneği, XIII. yüzyıl başlarında Hindistan Ecmîr’deki Ar-hâî-din-kā Conprâ Camii’nin kabartma olarak taş üzerine işlenmiş süslü kûfî kuşağında görülmektedir (Yasin Hamid Safadi, s. 104). Kubbetü’s-sahre’nin kubbe kasnağının altındaki dış kuşakta, 1876’da Mehmed Şefik Efendi tarafından celî sülüs hatla çini üzerine yazılmış Isra süresinin ilk âyetleri yer almaktadır (Ülgen, I, 661, 672). Kubbetü’s-sahre ile yakınındaki Mescid-i Aksâ’nın içinde gerek kuşak gerek levha olarak mi‘racla ilgili ayet ve hadislerin çoğu Osmanlı hattatları tarafından yazılmış değerli örnekleri bulunmaktadır.

REGĀİBİYYE/ هّيبئاغر

Regaib kandilinde okunmak üzere yazılıp bestelenmiş manzumelere verilen ad.

Hz. Peygamber’in ana rahmine düştüğü kabul edilen recep ayının ilk cuma gecesi, bilhassa Türk-İslâm kültüründe cami ve tekkelerde özel programlarla Regaib kandili olarak kutlanmaktadır. Bu vesileyle mevlit türüne benzeyen manzumeler yazılmış, bunların bir kısmı kandil gecesi okunmak üzere bestelenmiştir. Bu manzumelerde Resûl-i Ekrem’in anne ve babasının birbirine lâyık temiz gençler oluşu, ahlâkî özellikleri, evlenmeleri ve Hz. Peygamber’in ana rahmine düşmesinin kâinat için büyük bir rahmet olduğu anlatılmaktadır.

Regaibiyyelerde daha çok mesnevi nazım şeklinin kullanıldığı, bazılarında ise kıta, ilâ hi, gazel ve kaside gibi şekillerin tercih edildiği görülmektedir. İlk regaibiyyenin, miraciyyenin yazılıp bestelenmesinde olduğu gibi (bk. MİRÂCİYYE) Üsküdar Doğancılar’daki Nasûhî Tekkesi’nde Hâşim Baba’nın (ö. 1197/1783) Nâyî Osman Dede ile (ö. 1142/1729) dergâhın şeyhi Ali Alâeddin Efendi’nin (ö. 1165/1752) bulunduğu bir sohbette mevlit ve miraciyye gibi bir regaibiyyenin de yazılıp Regaib kandillerinde okunması temennisinden doğduğu nakledilir. Rivayete göre bu vazife orada bulunan Selâhaddin Uşşâkī’ye (ö. 1197/1783) verilmiş, o da kısa zamanda içinde bir miraciyyenin yer aldığı Matlau’l-fecr adlı 213 beyitlik mesnevisini kaleme alarak o toplantıda bulunanların katıldığı bir mecliste okumuş ve onların takdirini kazanmıştır. Ancak bu rivayet doğru olmamalıdır. Zira Nâyî Osman Dede vefat ettiğinde Hâşim Baba henüz on bir yaşındadır. Öte yandan Selâhaddin Uşşâkī’nin Cemâleddin Uşşâkī’ye Nâyî Osman Dede’nin vefatından çok sonra 1154 (1741) yılında intisap ettiği bilinmektedir. Dolayısıyla bu üç kişinin bir mecliste bir araya gelmeleri mümkün görünmemektedir. Bu rivayeti miraciyyenin bestelenmesinden çok sonra Ali Alâeddin Efendi’nin zamanında miraciyyenin bestelenmesindeki talebe benzer bir arzu üzerine Salâhî’nin kaleme aldığı şeklinde anlamak gerekmektedir. Nitekim Hüseyin Vassâf da bu kanaattedir (Sefîne, IV, 72). Matlau’l-fecr’i yayımlayan Mehmet Akkuş, bazı delillere dayanarak eserin 1142-1165 (1729-1752) yılları arasında yazılmış olduğu tahmininde bulunmaktadır. Selâhaddin Uşşâkī daha sonra eserini Rakīmetü’l-ʿacâʾib fî leyleti’r-Reġāʾib adıyla Arapça’ya (195 beyit), Destançe-i ʿAcâʾib der Leyle-i Reġāʾib adıyla Farsça’ya (197 beyit) çevirmiştir. Mesnevide yer alan, “Hikmet ile bu leâlî-i izâm / Bulmamış bu ana dek silk-i nizâm // Gālibâ te’hîr ile ol gird-gâr / Etmek istermiş fakîri hissedâr” beyitleri türün ilk örneğinin Salâhî Efendi tarafından ortaya konduğunu göstermektedir.

Matlau’l-fecr’in Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Kütüphanesi’ndeki nüshasında yer alan (Muzaffer Ozak, nr. II/7, vr. 193a ), “Tuhfe-i zeyn-i makām eden edîb / La‘lîzâde ola makbûl-i habîb” beytine göre eser La‘lîzâde adlı bir kişi tarafından bestelenmiştir. Bu kişinin aynı devirde yaşamış sûfî müellif Lâ‘lîzâde Abdülbâki Efendi olabileceği akla gelmekteyse de onun bestekârlık yönünün bilinmemesi bu ihtimali zayıflatmaktadır. Bazı araştırmacılar, eserin Müstakimzâde Süleyman Sâdeddin’in Mecmûa-i İlâhiyyât’ında Eyüp türbedarı olarak kaydedilen (Sağman, s. 211) Na‘lîzâde İbrâhim (ö. 1180/1766) tarafından bestelendiğini belirtmişlerdir (Özcan, s. 42-43). Eserin yeni tesbit edilen ve Uşşâkī’nin şeyhlik yaptığı Tâhir Ağa Tekkesi’nden Süleymaniye Kütüphanesi’ne intikal eden nüshasında (nr. 304/1) son beytin, “Tuhfe-i zeyn-i makām eden edîb / Na‘lîzâde ola makbûl-i habîb” şeklinde oluşu bu görüşü desteklemektedir. Öte yandan bu nüshanın “Hâtime vü Tesmiye” bölümündeki, “Nazma bâis Şeyh İbrâhîm’i hak / Bahr-i lutf-i rahmetine ede gark” beyti (vr. 11b ) eserin yazılmasına sebep olan kişinin Şeyh İbrâhim isimli bir zat olduğunu göstermektedir. Muzaffer Ozak nüshasında beyitlerin kenarına makamların adları yazılmıştır. Meselâ ilk altı beytin kenarında uşşak, uşşak, acem, arazbar, tahir ve uşşak gibi makam adlarının kaydedilmiş olması eserin musiki yapısı hakkında bir fikir vermektedir. Ârif Süleyman da (ö. 1183/1769) 127 beyitlik Farsça bir regāibiyye kaleme almıştır. Süleymaniye Kütüphanesi’nde bir yazmasının (Damad İbrâhim Paşa, nr. 411) sonundaki, “Şod bi-hamdillâh tamâm in sâniha / Rûh-i pâk-i Mustafâ râ Fâtiha” beytinde geçen “sâniha” kelimesi, kütüphane kataloglarına eserin diğer nüshalarının bu isimle girmesine sebep olmuş görünmektedir.

Türkçe ikinci regāibiyye Edirne Müftüsü Fevzi Efendi’ye aittir. Müellif Envârü’l-kevâkib fî leyleti’r-Regāib adlı bu manzumesini 1898 yılında kaleme almıştır. Tamamı 126 beyitten meydana gelen mazumede dokuz beyitlik girişten sonra regaib konusu dört fasıl halinde anlatılmıştır. “Rahm-i pâke geldi çün hayrü’l-enâm / Gönlümüzden açılıp cümle gamâm / Ede mevlâ bizleri şâd ü bekâm / Diyelim gel es-salâtü ve’sselâm” kıtasıyla birbirine bağlanan fasılların sonunda yirmi bir beyitlik bir münacat hânesi yer almış, burada eserin telif tarihiyle yazarın adı zikredilmiştir. Regaib kandilinde okunması için ilk defa bir manzume kaleme aldığını söyleyen Fevzi Efendi’nin Selâhaddin Uşşâkī’nin eserinden haberdar olmadığı anlaşılmaktadır. Bu regaibiyyelerin dışında son devirde bazı şairler de Regaib konusunda şiirler yazmışlardır. Üsküdarlı Sâfî’nin “Leyle-i Regāib” adlı şiiriyle Receb Vahyî’nin na‘t özelliğindeki dörtlüğü ve Kemâlî Efendi’nin on üç beyitlik na‘tı bunların en bilinenleridir. Regaib kandili tekkelerde özel meclisler tertip edilerek ihya edilmiş, bu esnada okunan ilâhilerin bir kısmı Türk dinî musikisi literatüründe recep ilahileri adıyla anılmıştır. Ayrıca tevşih ve naatlar yanında Hz. Peygamber’i konu alan çeşitli ilâhiler de bu toplantılarda okunmuştur.