İlahi Aşkın Sesi Dergisi
Prof. Dr. Gıyasettin AYTAŞ

Türk İslâm tasavvufunda Alevilik ve Bektaşilik

Hacı Bektaş’tan Bektaşiliğe

Bektaşilik ve Alevilik Türkler arasında gelişmiş, zemin bulmuş, âdeta Türk’e has bir inanç sistemi haline gelmişti. Bektaşilik, XIII. yüzyılda Anadolu Türkmenleri ve bilhassa göçebe kabileler arasında büyük taraftarlar bulmuş, XV. ve XVI. asırlarda bilhassa yüzyıllarda Yeniçeri Ocağı’nda, resmi bir hüviyet kazandıktan sonra, büyük bir nüfus kazanarak devletin ana unsuru tarafından kabul görmüş bir tarikattır. Özellikle Balkanların İslâmlaşmasında da, Bektaşiler önemli rol oynamıştır. Sarı Saltuk, Seyit Ali Sultan, Otman Baba gibi isimler, bu hareketin öncüleri olmuştur.

Hacı Bektaş Veli hayatta iken kendi adına bir tarikat kurmamış, o bunu yaşayarak geleceğe aktarmayı yeğlemiştir. Ölümünden sonra, Balım Sultan (Ölümü 922-1516) Bektaşiliği usul ve esasları ile birlikte bir tarikat haline getirmiştir. Bu tarikatın esasını mücerretlik oluşturur. Tarikata giren bir Bektaşi dervişi ömrü boyunca hiç evlenmez, kendini bu yola vakfeder. O yüzden Bektaşi tarikatına girecek olan bir dervişe Bektaşi babası şunu söyler: “Gelme, gelme; dönme, dönme, gelenin başı, dönenin canı” diye seslenir. Bu sözüyle bu yola girecek olan kimse başını vermeye hazır, dönecek olan da canını.

Balım Sultan, Hacı Bektaş Veli’nin hiç evlenmemiş olmasından yola çıkarak oluşturduğu mücerretlik anlayışına, Hacı Bektaş Veli neslinden geldiğini iddia eden ve (Bektaşi tabirine göre Bel evladı) olduklarını söyleyen Çelebiler, bu durumu kabul etmeyerek, Balım Sultan erkânına karşı çıkarlar. Böylece Bektaşiler, bel ve yol evladı olmak üzere ikiye ayrılırlar. Son yıllarda mücerretlik bozulmuş, Bektaşi babalığı babadan oğula geçtiği görülmüştür.

Bektaşilerin ibadet yerinin adı, “Meydan Odası” dır. Meydan Odası, İlâhi Aşk Bahçesi, Âşıkların Cenneti ve İlâhi Sırların mekânıdır. İslâmiyet’te, kıbleye dönük ibadet esasken, “Bektaşi Meydan Odası”nda müritler, birbirlerine yüzleri dönük Prof. Dr. Gıyasettin AYTAŞ Türk İslâm tasavvufunda Alevilik ve Bektaşilik 12 İLÂHİ AŞKIN SESİ ibadet gerçekleştirir. Bu ibadet tarzının nedeni, insanın bulunduğu her mekânın Kâbe olarak görülmesidir. Kâbe içerisinde de müminler, kıbleye dönme söz konusu olmadığı için duvar kenarlarına dizilerek, yüzleri birbirlerine dönük ibadet ederler. Bektaşi duası olan Gülbank, “yüksek sesle Yaratanı anmak”tır. Eğitimde, namazda, niyazda her yerde kullanılan dil Türkçe’dir.

Bir insanın babası Bektaşi diye, çocuğu da Bektaşi olmaz. Alevilik ile en önemli farklılıklardan birisi budur. Bektaşilik, kişisel talep ve seçimle, Alevilik ise, Alevi bir anne-babadan doğmak ile olur. Alevilerde bir Dede ölünce, yerine oğlu geçer. Bektaşilerde ise, her göreve bir seçim sonucu atama yapılır. Dergâh mensupları arasından Derviş mertebesine yükseltilecekleri, İhvanın onayıyla Baba seçer. Baba olacak kişiyi ise, Dervişler arasından Halife Baba seçer ve Dede Baba’dan onay ister. Dede Baba, Babalar içerisinden ehil olanı “Halife Baba” tayin eder. Dede Baba makamının boşalması durumunda da Halife Babalar, kendi aralarından bir Halife Babayı, gizli oyla “Dede Baba” seçerler.

Bektaşi tarikatı, sistemini Ahmet Yesevi’nin oluşturduğu Şeriat, Tarikat, Marifet ve Hakikat olmak üzere dört esasa dayanır. Bektaşilik, İmam Cafer’in tevhid (kendi nefsine güç geleni başkasına yapmamak), risalet (nübüvvetten sonra vilayete iman etmek), miad (ahirete inanmak) ilkelerini esas alır. Hz. Muhammed’i rehber, Hz. Ali’yi mürşid olarak görürler. Onlara göre Nübüvvet sona ermiş, velayet devri başlamıştır.

Bektaşi öğretisi, dört ana tema üzerine oturmaktadır. Bu dört ana tema: “Şeriat, Tarikat, Marifet ve Sırrı Hakikat kapılarıdır. Her kapının on makamı vardır. Bunun içindir ki bu algılayış Bektaşi felsefesinde dört kapı kırk makam biçiminde formüle edilmiştir. Bu düşünce ilk önce Ahmed Yesevi tarafından “Fakırname”de dile getirilmiştir. İnancı dört bölüme ayırarak öğrenme kolaylığı sağlamak hedeflenmiştir. Bu görüş daha sonra “Makalat”ta da aynı şekilde ifade edilmektedir.

Hacı Bektaş Veli’ye göre şeriat; “Bir anadan doğmaktır”. Şeriat kapısındaki kişi aradığı soruların cevabını bulmak ve aydınlığa giden yolu aralamak için kendisine bir pir (pirini) bulur. Şeriat kapısındaki kişi ruhi dünyası, henüz karanlıkta olduğu için kendisine uygun bir pir seçmekte zorlanacaktır. Ancak pirlik makamına gelmiş 13www.ilahiaskinsesi.com bir usta kendisine gelen her talibi irşat edebilme yeteneğine sahiptir. Bu arayışlar süresinde yeterli çabayı ve azmi gösterirse kişi, eninde sonunda kendisine uygun bir yol gösterici usta-pir bulur. Şeriat kapısının makamları “İman etmek, İlim öğrenmek, İbadet etmek, Haramdan uzaklaşmak, Ailesine faydalı olmak, Çevreye zarar vermemek, Peygamber’in (s.a.v.) emirlerine uymak, Şefkatli olmak, Temiz olmak, Yaramaz işlerden sakınmaktır.

Tarikat Kapısı, Hacı Bektaş Veli’nin diliyle; “ikrar verip bir yola girme” kapısıdır. Bu kapıda yola girmek için pir, talibin olgunluk derecesini ölçmek için onu sınar. Bu sınav, çeşitli biçimlerle olabilir. Kişi bu sınavı başarırsa, o zaman tarikata (yola) alınır

Hacı Bektaş Veli bu yolun ne denli zor ve çileli olduğunu, her kişinin değil, er kişinin sürebileceğini söyler. Yolun (tarikatın) inceliğini şöyle anlatır: “Yolumuz barış, dostluk ve kardeşlik yoludur. İçinde kin, kibir, kıskançlık, ikicilik gibi huyu olanlar bu yola gelmesinler” der.

Tarikat kapısının makamları “Tövbe Etmek, Bir mürşide talip olup, ikrar vermek, Temiz giyinmek ve manevi temizlik, İyilik yapmak ve iyilik yolunda savaşmak, Hakk yolunda hizmet etmeyi sevmek, Haksızlıktan ve kul hakkından korkmak, Ümitsizliğe düşmemek, İbret almak, Nimet dağıtmak, Cömert olmak, Özünü fakir görmek, Türap olmak”tır.

Marifet kapısı, ilâhi-aşkın dervişin gönlünde tutuştuğu ve kâmil insan mertebesine kadar kendisine mürşitlik edeceği ruhi ve manevi bir tekâmül aşamasıdır. Bu aşamadaki insana derviş denir.

Hacı Bektaş Veli’nin sözleriyle ifade edersek, “Marifet, Hakkı kendi özünde bulmaktır.” Bu mertebeye gelmiş kişi, neye yönelirse o alanda başarı elde eder. Eğer zahiri ilimlere verirse kendini öğrenme aşkıyla bir âlim olabilir, batını ilimlere verir, dervişlik yolunda ilerlerse bir mürşidi kâmil olup insanları irşat edebilir.

Marifet kapısının makamları “Edepli olmak, Bencillik, Kin ve garezden uzak olmak, Perhizkârlık, Sabır ve Kanaat, Haya, Cömertlik, İlim, Hoşgörü, Özünü bilmek, Arifliktir.

Dört Kapı Kırk Makam öğretisinin son kapısı olan hakikat kapısı, Hünkâr’ın deyimiyle, “Tanrıyı kendi özünde bulma” makamıdır. Bu kapıda, can gözünü perdeleyen perdeler bir bir açılmış, hakkı da batını ve zahiri dünyayı da görür olmuştur. Bir insana baktığında onun bulunduğu makamın derecesini hemen anlar, vaziyete gelmiştir.

Bu kapıya ulaşmış insan, varlığın sürekli bir tekâmül içerisinde olduğunu anlar. Kalıplaşmış dinlerdeki ceza, yargı, cennet, cehennem, sırat köprüsü gibi kavramlar farklı anlamlar taşır. Hepsi de bu dünya hayatında olmaktadır. Sırat Köprüsü, ölümden sonra geçilecek, kıldan ince kılıçtan keskin olduğu tabir edilen bir köprü değil, dünya hayatında insanın ruhsal tekâmülünü tamamlayarak, aslı olan nura kavuşmak anlamına gelir. Cennet ve cehennem ise dünya yaşantısındaki ruhi halin sembol diliyle anlatımıdır. Eğer kişi tekâmülünü tamamlamak yerine nefsî dünyanın karanlığına batmış, hayatın cezbesinden ve varoluşun sonsuz deviniminden habersiz yaşıyorsa, cehennemi; can gözü açılıp, ruhu aydınlık ve esenlikle dolu yaşıyorsa cenneti dünyada yaşıyor demektir.

Hakikat kapısının makamları “Alçakgönüllü olmak, Kimsenin ayıbını görmemek, Yapabileceğin hiçbir iyiliği esirgememek, Allah’ın her yarattığını sevmek, Tüm insanları bir görmek, Birliğe yönelmek ve yöneltmek, Gerçeği gizlememek, Manayı bilmek, Tanrısal sırrı öğrenmek, Tanrısal varlığa ulaşmak”tır.

Söylencelere göre, Hacı Bektaş Veli, Horasan’da kardeşi Menteş ile Ahmet Yesevi’nin isteği üzerine Anadolu’ya gelir. Önce Sivas’a gelir. Burada Baba İshak ile buluşur ve buradan Hacca gider. Dönüşte Sulucakarahöyük’e yerleşir. Velayetname’de verilen bilgiye göre, burada İdris Hoca ile onun eşi Kutlu Melek (Kadıncık Ana) misafir eder. Burada iki görüş çatışmaktadır. Mücerred Bektaşiler, İdris Hocanın Mahmud, Habib, Hızır Bali adında üç çocuğunun olduğunu, bunlardan Hızır Bali’nin daha sonra postnişin olduğunu söylerler. Çelebiler ise, Kutlu Melek’in İdris Hocanın kızı olduğunu iddia ederler. Hacı Bektaş’ın onunla evlendiğini ve böylece kendilerinin bu soydan geldiğini kabul etmektedirler. Bir başka rivayet ise, Kadıncık Ana’nın Hacı Bektaş’ın burnundan damlayan bir damla kanı onun haberi 14 olmadan içince hamile kalarak Hızır Bali’yi doğurduğudur. Bunların her biri ispata muhtaç olmakla birlikte, Hacı Bektaş Veli’nin ister soyundan gelenler, ister yolundan gidenler, her biri onun evladıdır.

Hacı Bektaş Veli’nin yaşadığı dönem olan XIII. yüzyıl dünyasının düşünce iklimi göz önüne alındığında, “İlimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır” sözleriyle yaşadığı çağın ne kadar ilerisinde olduğunu gösterdiği gibi o zamanlardan dahi günümüze bir ışık saçmaktadır.

Hacı Bektaş’ın bu dünyaya bıraktığı en önemli miras, hoşgörüdür. Dünyanın her köşesinde acılar, ıstıraplar başını alıp gitmektedir. İnsanlar, dil, din ve ırklarını birbirine üstün tutmak için kıyasıya mücadele etmekte, acımasızca birbirlerini katletmektedir. Bunu yaparken de bir başkasına kötülük değil, aslında hayır işlediklerine inanmaktadırlar. Bunun kötülüğünü asırlar öncesinden fark eden Hacı Bektaş Veli, “Yetmiş iki milleti bir bilmeyen bizden değildir.” diyerek hoşgörünün sınırlarını çizmiş olur. Bu tutum zaman içerisinde Türklüğün hayat tarzına dönüşmüş, bütün dünyanın takdirine ve sevgisine mazhar olmuştur. Hacı Bektaş, “Sakın bir kimsenin gönlünü yıkma, gönül yıkanla Kâbe’yi yıkan birdir” düsturunca insanlığa evrensel bir hayat tarzı sunar. Hünkâr’ın yolunu takip edenler, tarih boyunca her türlü ıstıraba katlanmakla birlikte, asla başkalarına eziyet etmemişlerdir.

Hacı Bektaş Veli, geniş kitleleri etkilemiş, gönüllerde taht kurmuş, bir gönül eridir. Ahmet Yesevi’nin manevi ocağında İslâm’ın hayat düsturlarını özümsemiş, ondan aldığı ölçüleri uygulama sahasına büyük bir hassasiyetle sokmuş ve bu yüzden de Türk tasavvufu içinde kendine özel bir yer edinmiştir.

Dünya üzerindeki savaşların altında yatan en önemli sebep, bencillik, hoşgörüsüzlük, kibir, gurur, haset ve fesattır. Hacı Bektaş Veli’nin “İncinsen de incitme”, “Her ne arar isen kendinde ara” sözleri onun hoşgörüsünü ortaya koymaktadır. Hacı Bektaş Veli’nin sözleri ile bütün insanlığı sevgi, barış ve kardeşliğe çağırmış “Düşmanının bile insan olduğunu unutma” sözü ile de insana verdiği değeri ortaya koymuştur.

Hacı Bektaş Veli, toplumda birlik ve dirliğin sağlanması, gönüllere sevgi yumağının dolması, insanların kardeş gibi yaşaması hususlarını dile getirirken “Gelin canlar bir olalım” mesajını vermektedir. “Bir olalım, diri olalım, iri olalım” diyerek gönüllere taht kuran Hacı Bektaş Veli birleştirici, yapıcı, hoşgörü sahibi, sevgi dolu bir gönül eridir.

Hacı Bektaş Veli’de, Allah aşkı ile insan sevgisi hatta hayvan sevgisi en üst seviyesine ulaşmış; bu sevgi yumağı etrafında toplanan insanlar gönül erliğine ulaşmanın hazzını yaşamıştır. İnsanlığın ancak XX. yüzyılda, üstelik de çoğu kez politik amaçlarla kullandığı insan sevgisi ve insan haklarını, Hacı Bektaş Veli de XIII. yüzyılda, üstelik insanların birbirinin kanını akıttığı bir dönemde en içten duygularla dile getirmiştir. Dini kurallara bağlılığı, manevi gücü, Ehlibeyt sevgisi, engin zekâsı ve sarsılmaz inancıyla Hacı Bektaş Veli kitleleri etkilemiş; günümüzde de etkilemeye devam etmektedir. “Oturduğun yeri pak et, kazandığın lokmayı hak et” diyerek temizlik, dürüstlük, çalışmak ve helal kazanç konusunda tavsiyede bulunurken yıkıcılığa, zulme, sömürüye ve tembelliğe karşı da tavrını ortaya koymuştur.

Toplumun birliği ve dirliği için hayati önem taşıyan “Eline, diline, beline sahip ol” ilkesi, Hacı Bektaş Veli’nin Türklüğe bıraktığı en önemli mirastır. “Eline sahip ol” derken, “yurduna, vatanına, toprağına sahip ol, onu yâdların ve yabancıların işgal ve istilasından koru” demek istemiştir. Bektaşiler için yurt kutsaldır, onun uğrunda gaza etmek ise en büyük ibadettir. Onun içindir ki Bektaşiler, aynı zamanda gaza ehlidir.

“Beline sahip ol” sözü ile de, soyunu koru, onun bozulmasının ve soysuzlaşmasının önüne geç demek istemiştir. Orhun Abideleri’nde, Bilge Kağan da aynı şeyleri dile getirmiştir. “Diline sahip ol” derken de dilini koru, ona sahip ol demek ister. Bu ilkeler, her ne kadar, elini haramdan, dilini gereksiz ve hayır olmayan sözlerden ve nefsine sahip çıkmak şeklinde açıklansa da yukarıdaki değerlendirme daha makul görünmektedir.

Hacı Bektaş’ın ölümü ile ilgili anlatılanlar şöyledir: Hünkâr bir gün ibadet ettikten sonra halvete çekilir. Sarı İsmail’i çağırarak ona: “Sen benim has halifemsin, bugün perşembe, ben bugün ahrete göçeceğim, göçünce kapıyı ört, dışarı çık. Çiledağı tarafını gözle, oradan bir boz atlı gelecek, yüzünde yeşil örtü olacak. Bu zât atını kapıda bırakıp içeri girecek, bana Yasin okuyacak. Attan inip selâm verince selâmını al, onu ağırla. Hülle donundan kefenimi getir, o beni yıkar. Beni yıkarken su dök, ona yardım et. Ceviz ağacından tabut yapar, beni tabuta koyun, ondan sonra beni gömün. Sakın onunla söyleşmeyin. Dünya hâli budur, gelen gider. Sen de hizmet et, sofra yay. Himmet dilersen cömertlikte bulun. Benden kisvet giyen her mürid konuk istesin, konuğa hizmet etsin. Kimsenin yatan itini kaldırmasın, kimseye karşı ululanmasın, haset etmesin. Ölümümden sonra bin koyunla, yüz sığır kurban et, bütün halkı çağır. Hizmet et, onları doyur. Yedinci ve kırkıncı günü helva dağıt. Korkma erin harcı eksilmez. Ne kadar muhib ve mürid varsa davet et, onları topla. Öğüt ver, sakın ağlamasınlar. Bir halifem de Barak Baba’dır. Gerçek bir erdir, ona da söyleyin Karasi’ye varsın, Balıkesri’ye gidip orayı yurt etsin.” Hacı Bektaş Veli bunları söyledikten sonra, Tanrıya niyazda bulundu. Peygambere salâvat getirdi. Kendisi kendisine Yasin okudu ve Hakk’a yürüdü. Sarı İsmail, vasiyet gereği Hünkâr’ın yüzünü hırkasıyla örttü. Halvetin kapısını çekip dışarı çıktı. Hünkâr’ın muhibleri ve müridleri, dört bir yandan gelerek ağlaştılar. Derken bir de baktılar ki, Çiledağı tarafından bir tozdur koptu. Bir anda yaklaştı, Hünkâr’ın dediği gibi bu zâtın elinde bir mızrak vardı. Yüzüne yeşil örtü örtmüştü. Altında da tarife uygun olarak boz bir at vardı. Erenlere, mürid ve muhiblere selâm verdi. Selâmını aldılar. Mızrağını yere dikti. Atından inerek doğruca halvete girdi. Kendisiyle beraber içeriye yalnız Sarı İsmail girdi. Kara Ahmed kapıda durdu. Kimseyi içeriye sokmadı. Sarı İsmail, su döktü, yüzü örtülü er yıkadı. Yanındaki hülle donları kefen yaptı. Tabuta koyup doğruca musallaya götürdüler. Boz atlı er imamlık etti, erenler de saf olup ona uydular. Cenaze namazı kılındı, götürüp mezara koydular. Boz atlı erenlerle vedalaştıktan sonra atına atlayarak yürüdü. Sarı İsmail, acaba bu kim, diye merak etti. Eğer Hızır’sa görüştüğüm için tanımam lazımdır deyip ardından koştu, yüzü örtülü ere: “Namazını kıldığın, yüzünü gördüğün er hakkı için, kimsin bildir bana.” dedi. Boz atlı er, Sarı İsmail’in yalvarmalarına dayanamadı, örtüsünü açtı. Hacı Bektaş Veli’nin kendisinden başkası değildi. Sarı İsmail atının ayağına düşüp yalvardı: “Lütfen erenler şahı, otuz üç yıldır hizmetindeyim, kusurum var seni bilememişim, suçumu bağışla.” dedi. Hünkâr: “Er odur ki, ölmeden ölür, kendi cenazesini kendi yıkar. Sen de var buna gayret et.” dedikten sonra Çiledağı’na yönelip gözden kayboldu. Rivayete göre, Hacı Bektaş Veli vefat ettiğinde 63 yaşındaydı.

Türk İnanç Sisteminde Alevilik

Alevilik’i bir karşı duruş hareketi olarak ele almak doğru değildir. Alevi inancının temeli İslâmiyet’tir. Aleviler Allah’a, ahiret gününe, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) peygamber olduğuna ve Kur’an’a inanmaktadırlar. Cem erkânının yürütülmesi sırasında Kur’an-ı Kerim’in birçok ayetine dayanılır ve cem bu ayetler esas alınarak yönetilir. Zaten bu ilkelere inanan insanlar menşei ne olursa olsun kesinlikle Müslüman’dır ve İslâm dairesinin içindedir. Aleviliğin farklı bir din olduğunu öne sürmek tamamen yanlıştır. Ayrıca Aleviliğin ateizmle ilgilendirilmesi de imkânsızdır.

Alevi sözcük olarak Hz. Ali’ye bağlı olanlar anlamına gelmektedir. Başlangıçta “Alevi’’ sözcüğü Hz. Ali soyundan gelenler için kullanılıyordu. 19. yüzyıldan başlayarak Hz. Ali’ye bağlı olanlar anlamında kullanılmaya başladı. Ancak sözcük anlamıyla Aleviliği açıklamak doğru bir yaklaşım olarak değerlendirilemez. Dünyanın pek çok yerinde Hz. Ali’ye bağlı olanlar vardır. Bu bağlılık, bizim özellikle üzerinde durduğumuz Anadolu Aleviliğinde, diğer bölgelerdeki anlayıştan farklılıklar göstermektedir.

Bugüne kadar konu ile ilgili olarak çeşitli tanımlar ve yorumlar yapılmıştır. Bunları sıralarsak: “Alevilik bağımsız bir dindir.” “Alevilik Zerdüştlüğün uzantısıdır.” “Alevilik On iki İmam Şiîliğidir.” “Alevilik Heterodoks bir İslâm’dır.” “Alevilik kısmen İslâm içi kısmen İslâm dışıdır.” “Alevilik İslâm’ın Anadolu yorumudur.” “Alevilik bir kültürdür..” “Alevilik toplusal bir başkaldırıdır.” vb.

Alevilikte Hz. Ali ve onun soyundan gelenleri (Ehlibeyt’i) sevmek her şeyin üstünde tutmak esastır. Bu sevgi duygusallıktan öte bir inanç biçimi halini almıştır. Alevilik, Orta Asya Türk kültürünün birtakım öğelerinin, özellikle Ehlibeyt sevgisi ile bütünleşmesi sonucu oluşan anlayıştır. Alevilik daha ziyade sözlü kültüre dayalı olup, eski Türk gelenek ve göreneklerinin canlı bir şekilde yaşatılması sürecinde ortaya çıkar. Kendisini “Yol”, “Tarik-i müstakim” (Doğru yol), “Güruh-ı naci” (temiz insanlar topluluğu) olarak 16 tanımlar.

Alevilik, kendisini daha çok “meşreb” olarak ifade eden sosyo-kültürel bir yorum ve yaşayış biçimidir. Günümüzde Alevi kelimesi, İslâm öncesi ve sonrası kültür ve inançları ulaşmacı bir şekilde kendine has özellikleriyle bünyesinde toplayan, bir İslâmî inanç ve kültür olgusudur. Yani Alevilik, taşıdığı yüksek ahlaki nitelik ve insana bakış açısıyla tasavvufî bir nitelik taşımaktadır.

Alevliğin yaklaşık 1400 yıllık bir geçmişi vardır. Hz. Muhammed (s.a.v.) döneminde İslâmiyet içerisinde herhangi bir farklılaşma ve görüş ayrılığından söz etmek mümkün değildir. Ancak Hz. Muhammed’in (s.a.v.) ölümünden sonra ihtilaflar arttı, hatta bölünmeye varabilecek boyutlara ulaştı. Hz. Muhammed’in (s.a.v.) ölümünün hemen sonrasında, O’nun ehlibeytine bağlı olanların büyük bir üzüntü içerisinde oldukları sırada Hz. Ali, Hz. Fatma ve Hz. Ayşe cenazenin defnedilmesi işleri ile uğraşırken Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman bir evde toplanarak halife seçimine girişmişler ve Hz. Ebubekir’i halife olarak tayin etmişlerdi. İşte İslâmiyet içerisinde bölünmenin, bu olayla birlikte başladığı ileri sürülmektedir.

Hz. Muhammed (s.a.v.), Hz. Ali’yi çok sevmekte ve kendisine çok değer vermekteydi. Bunu çeşitli defalar dile getirmiş ve Hz. Ali’nin kendisinden sonra Müslümanların önderi olacağı yönündeki düşüncesini sık sık tekrarlamıştır. Hz. Ali İslâmiyet’i kabul eden ikinci kişiydi. Bunun yanı sıra Hz. Ali, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) amcasının oğlu ve damadıdır. Hz. Muhammed (s.a.v.), Hz. Ali için; “Ben ilmin şehriyim, Ali kapısıdır. Şehri dileyen kapıya gelsin”, “Ali, insanların hayırlısıdır. Kim bunu kabul etmezse, gerçekten de kâfir olmuştur”, “Ümmetimin en ileri geleni ve gerçek hüküm vereni Ali’dir.” şeklinde hadisler buyurmuştur.

Hz. Muhammed (s.a.v.), Veda Haccı’nda “Ben kimin mevlası isem, Ali de onun mevlasıdır. Ona dost olana dost, düşman olana düşman ol, ona yardım edene yardım et, onu horlayanı horla, nerede olursa olsun gerçeği onunla beraber kıl.” şeklinde dua eder. Öte yandan Hz. Muhammed (s.a.v.) hastalığı sırasında bir vasiyetname yazdırmak ister. Ancak sahabe arasında bu konuda tartışma çıkar. Hz. Muhammed’in (s.a.v.) hasta olduğu ve vasiyetname yazdıracak durumunun olmadığı söylenir. Peygamberin ölümünden sonra Hz. Ömer, Müslümanları Hz. Ebubekir’e biat etmeye zorlar. Hz. Ali çeşitli olaylardan sonra Müslümanlar arasında olası bir kargaşayı önlemek için bunu kabul eder.

Hz. Ebubekir’den sonra Hz. Ömer ve Hz. Osman halife olurlar. Halife Hz. Osman’ın ölümünden sonra Hz. Ali halife olur. Ancak Hz. Muhammed’in (s.a.v.) eşi Hz. Ayşe ve Şam Valisi olan Muaviye, Hz. Ali’ye biat etmezler. Hz. Ali ve Muaviye arasında tarihe “Sıffin Savaşı” olarak geçen bir muharebe olur. Muharebede Hz. Ali’nin savaşı kazanacağı bir sırada Muaviye hileli bir yönteme başvurur ve askerlerinin mızraklarının ucuna Kur’an-ı Kerîm sayfaları taktırır. Hz. Ali ve ordusu Kur’an-ı Kerîm’e karşı silah çekemeyince Muaviye kesin bir yenilgiden kurtulmuş olur. Hz. Ali ile Muaviye arasındaki hilafet meselesi için “Hakem Olayı” olarak tarihe geçen yöntemle çözümlenmeye çalışılır. Bu olayda da yine hileyle Muaviye halife tayin edilir. Hz. Ali bunu kabul etmez ve İslâm tarihinden günümüze kadar süregelen kavga böylelikle başlamış olur. Aleviliğin siyasi bir olgu olarak ortaya çıkışı da bu olaydan sonra olmuştur.

Anadolu Aleviliği kendisini Hacı Bektaş Veli ile özdeşleştirmiştir. Hacı Bektaş Veli inancın tamamını dört kapı kırk makam olarak değerlendirir. Bu dört kapı kırk makam insanın yaşamı boyunca gelişmesi ve olgunlaşarak kâmil insan olmasını sağlamaya yönelik bir eğitim ve anlayış bütünün içine almaktadır. Alevilik olgunlaşmayı “uzun, ince bir yol” olarak görmekte ve bu yolu her şeyin başı ve en önemli unsuru saymaktadır. “Yol bir sürek bin bir” deyimi, yola verilen önemi gösterir.

Hacı Bektaş Veli, kendisinden önce Şeyh Safi Buyruğu, Cafer-i Sadık Buyruğu gibi kitaplarda bulunan Anadolu Alevileri’nin uyacakları toplumsal kurallar düzenlemiştir. Bu öğretinin temelinde bütün yaratılmışlara sevgi ile bakmak düşüncesi yatmaktadır.

Alevi inancının temeli İslâmiyet’tir. Ancak Alevilik felsefesi en gerçekçi haliyle Anadolu’da, özellikle Türkler arasında kendini bulmuş ve varlığını kazanmıştır.

Alevi felsefesinin temelinde Kur’an-ı Kerîm yorumları yer alır. Alevilik, imana ve ahlaka dair inancın esas alınmasını savunmakta biçime ait konulmuş bazı ilkelerin değişebileceğini kabul 17www.ilahiaskinsesi.com etmektedir.

Alevilikte İslâmiyet, maddi değil manevi gerçekliklerle ve anlamlarla varlığını bulur.

Alevilik düşünce-inanç sistemi XIII. yüzyıldan itibaren Anadolu’da organize olmaya başlamıştır. Bu süreçte Horasan Erenleri olarak anılan tarihi karizmatik kişilikler, Anadolu Aleviliği’nin temel özneleri olarak karşımıza çıkmaktadır.

Başta Anadolu olmak üzere buna paralel olarak Balkanlar’da da örgütlenen Aleviliğin önde gelen temsilcisi Hacı Bektaş Veli’dir. Hacı Bektaş Veli, Horasan’dan göç ederek Sulucakaraöyük’e yerleşmiş ve burada bir dergah açarak öğretiye mensup dervişler yetiştirmiştir. Bu çalışmaları dolayısıyla Alevi ve Bektaşi toplumunca Hacı Bektaş Veli, Alevi inancının serçeşmesi, hünkârı kabul edilmiştir.

XIII. yüzyıldan itibaren Anadolu’nun farklı bölgelerinde öğretiye mensup Güvenç Abdal, Koluaçık Hacım Sultan, Seyyid Cemal Sultan, Resul Baba, Karadonlu Can Baba, Sarı İsmail gibi Türkmen dedeleri benzer çalışmalar sürdürmüştür. Kurdukları köy ve ocaklarla geleneğin gelişmesini sağlamışlardır.

Tokat çevresi de erken dönemden itibaren Türkmen topluluklarının iskan olduğu bölgelerin başında gelmektedir. Yörede Alevi inancının temellenmesini sağlayan erenlerin başında Hubyar Sultan bulunmaktadır. Hubyar Sultan, Almus ilçesinin adıyla anılan köyüne yerleşerek bölgedeki Türkmen topluluklarına sosyal-dînî önderlik yapmıştır. Kurduğu Alevi inanç-dede ocağı, başta Tokat olmak üzere Amasya, Çorum, Sivas, Yozgat, Samsun, Manisa illerine bağlı yüzlerce köyde talip topluluklarına sahiptir.

İran’da Safevîler Devleti’ni kuran ve İmamiyye’yi resmi mezhep olarak kabul eden Erdebiliye Tarikatı şeyhleri ile bu tarikata bağlı olanlar, kızıl taç giydikleri ve kızıl sarık kullandıkları için Kızılbaş şeklinde isimlendirilmişlerdir. Anadolu Alevileri de kendilerini Erdebil Ocağı’na bağlı saydıklarından dolayı “Kızılbaş” olarak nitelendirilmişlerdir. Bunun sebepleri arasında, Şah İsmail’in askerlerinin kırmızı renkli börk ve sarı renkli çizme giymeleri de sayılmaktadır.

Tarih boyunca Kızılbaş sözcüğü Aleviler için haksız şekilde, aşağılayıcı bir ifade olarak kullanılmıştır. Bu sözcük çerçevesinde Alevilere çeşitli iftiralar atılmıştır. Bazı kesimlerce Kızılbaşlığın, Alevilerden ayrı bir topluluk olarak gösterilmesi kesinlikle yanlıştır. Alevi kelimesi daha önceleri Hz. Ali soyundan gelenler için kullanılan bir deyimdi. Kızılbaş ise Pir Sultan Abdal’ın bir nefesinde de olduğu gibi Hz. Ali’nin başına kırmızı bir bez bağlaması sebebiyle Hz. Ali soyundan gelenlerin izinden giden anlamında kullanılıyordu.

Sonuç Yerine

Alevilikle ilgili 19. yüzyılın sonlarına kadar Kızılbaş tabiri kullanıldı. Sonradan Kızılbaş deyimi unutularak yerini Alevi deyimi aldı. Böylece bir kavram değişmesi ortaya çıktı. Alevilik konusu öteden beri üzerinde çok tartışılan, bilimsel olmayan çıkarım ve değerlendirmeler yapılan bir konu olmuştur. Aleviliğin arka planını tartışmak, Alevi olanlar için önemi ile, olmayanların bakış açılarını bir arada ele almak çoğu zaman mümkün olmamıştır. Bu açıdan Alevilik konusu 18 enine boyuna ele alınmalı, bilimsel değerlendirmeler ve tespitler yapılmalıdır.

Bektaşilik ise kendine özgü ve özel bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu kavramın algılanma biçimi tarihsel süreç içerisinde farklı biçimlerde algılanmış ve özel anlamlar yüklenmiştir. Hangi anlamı veya algıyı oluşturduğunun ötesinde Bektaşilik, Türk kültür tarihi açısından her zaman özel ve önemli bir yere sahip olmuştur.

Hacı Bektaş Veli ve onun düşünce sistemi etrafında oluşan Bektaşilik, günümüzde özellikle genç kuşaklar arasında yeterince bilinmemekte veya yanlış kullanılmaktadır. Bu yüzden, “Kişi bilmediğinin cahilidir.” ilkesinden yola çıkarak bu konunun bütün boyutlarıyla tartışılması yararlı olacaktır.

Bektaşilik, kültür tarihimiz açısından da son derece önemlidir. Bütün inanç ve uygulamalarını Türkçe olarak yerine getiren, bu açıdan bakıldığında da Türkçe’ye büyük hizmetleri olan Bektaşiler, dilimizin yaşaması ve yaşatılmasında önemli rol oynamışlardır.