Hammamî-Zâde İsmail Dede Efendi: “İsmail, Bu Oyunun Tadı Kaçtı.”
“Sultan II. Mahmud’un ölümü (1839) üzerine tahta geçen Sultan Abdülmecid, babasının derin bir sevgi ve saygı ile bağlı olduğu bu değerli mûsıkîşinastan ilgisini esirgemedi; müezzinbaşılık görevini sürdürdü. Ancak Enderun değer ve önemini iyice yitirmeye başlamış adı ”Muzika-i Humayûn” olmuş, saray teşkilatı değiştirilmiş, batılı mûsikîşinaslara rağbet artmış, padişah, operet ve opera parçaları dinler olmuş, Osmanlı Sarayı’nı Batı sazları istila etmiş, Avrupa’dan piyanolar getirtilmiş, orkestra ve bando takımları kurulmuştu. Sayılı bir kaç ustanın dışında yüzyılların geleneklerine pek aldırış eden yoktu. Abdülmecid bile, Türk mûsıkîsi’ni iyi bilmediğinden, Dede Efendi’den basit ve sanat değeri olmayan eserler istiyordu. Bütün bunlar Dede gibi bir mûsıkî ustasının katlanacağı şeyler değildi. Nitekim bu duygu ve düşüncelerin etkisi ile, öğrencisi Dellâlzâde İsmail Efendi ile Saray’ın bahçesinde dolaşırken “İsmail, bu oyunun tadı kaçtı.” demişti. Bu olanların etkisi ve yaşının ilerlemesi nedeni ile çoktan beri Hac’ca gitme niyetini açığa vurarak padişahtan izin aldı. ileri yaşında acele olarak Hac’ca gitmeye karar vermesi bu kırgınlığa bağlanır.” ( Dr.M. Nazmi Özalp)
Türk musikisinin kısa tarihi:
Türk Musikisi, Türklerin Orta Asya’dan getirdikleri, Anadolu ve Yakındoğu’da zenginleştirdikleri çizgide devam etmiştir. Musiki Türk milletinin en çok değer verdiği güzel sanatlardandır. Türk musikisi, Osmanlı devrinde, çok yayılmış ve Türk hâkimiyetindeki birçok toplumlara tesir etmiştir.
“Türk, musiki ile doğar, kulağına makamla ezan okunarak adı konur. Musiki ile ölür, başucunda makamla Kur’an tilavet edilir. Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesinin10. cildinde anlatıldığı gibi, Hac sırasında bile Mekke’de törenle –hem de askeri musiki- mehter çalınır. İbadete geniş ölçüde musiki karışır. Tarikatlarda bu ölçü daha da büyüktür. Musiki ile sefere gider, musiki ile savaşır, musiki dinleyerek gazi ve şehit olur.”(Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, Ötüken Yayınevi,c.11,İst. 1983,s.235). “Türk Musikisi orijinal ve fevkalâde zengindir. Cihanşümuldür. Bugün dizenelerce millet Türk musikisini kullanmaktadır. Batı musikisinden sonra yeryüzünün en yaygın musiki sistemidir. Türk’ün en fazla müessir olduğu, tesir verdiği medeni tezahürlerinin başında gelir.” (Yılmaz Öztuna, age,s.236).
“Mehterhane” dünyada askerî musikinin en önemli ve ilk örneklerinden biridir. İstanbul›un fethi sırasında iki bin kişilik mehter takımının, çaldığı askerî marşlarla orduya heyecan verdiğini ve hatta “hücum” marşı ile hücumun başlatıldığını biliyoruz. Nefesli ve vurmalı çalgılardan oluşan mehter takımında baş saz “davul” idi. Davul diğer taraftan Türk devlet geleneğinde “istiklâl” işareti idi. 15. ve 16. yüzyıllarda padişahın ve sırası ile diğer önemli yöneticilerin daireleri önünde belli zamanda mehter çalardı. Mehterhane, sefere giden Osmanlı ordusunun en önemli unsurlarından biri idi.
Türk toplum yapısında önemli bir yer tutan, tarikat ve tekkelerde musiki “icra edilirdi”. Mevlevîler başta olmak üzere, tarikatlarda çeşitli şekillerde, musiki eserleri bestelenmiş, çalınmış, saz aletleri yapılmış veya icat edilmiştir. Türk musikisinin kendine has bir notası vardı ve onunla yazılırdı. Kur’an belli makamlar ile okunur, “mevlid” ve ezan makamla okunurdu. Din adamları musiki bilir ve uygularlardı.
Halk âşıklarının (veya hak âşıkları) tarihi Türk sazı (bağlama) ile halk türkülerini söyledikleri belli yerler vardı. Âşıklar, aralarında yarışmalar bile düzenlerlerdi. Karacaoğlan, Köroğlu gibi halk şairleri aynı zamanda musikişinas idiler.
Bugün, Sultan II. Bayezit tarafından yapılmış besteler hâlâ korunmaktadır. 16. yüzyıl bestekârlarından biri de Kırım Hanı II. Gazi Giray Han idi. 15. yüzyılın başlarında, Bursa’da Sultan II. Murat’ın yanında bir süre bulunmuş olan büyük Türk musiki bilgini Merağalı Abdülkadir, Osmanlı musikisinin en önemli öncüsüdür. 15. ve 16. yüzyıldan bugüne kadar kalan beste çok azdır.
Edirne’deki II. Bayezit Külliyesi “akıl hastanesi”nde, musiki ile tedavi yapılırdı. Musiki makamlarının, akıl hastalarının tedavisinde kullanılması tamamen Osmanlı tıp bilginlerinin buluşu idi.
17. ve 18. Yüzyıllar
17. Yüzyılda musiki daha bilgili ve geniş olarak gelişti. Önceki yüzyılda Durak Bey’in “Saznâme”si bütün ülkedeki sazları ve tariflerini bildirmekteydi. IV. Murat devrinde de Manisalı Revnî benzer bir eser yazmıştı. Evliya Çelebi yirmiden fazla sazın adını ve tarifini yapmaktadır. IV. Mehmet devrinde (1648-1687) batı sazlarından keman, saraya girmişti. Sarayda çeşitli sazların öğretmenleri bulunmaktaydı. Taşçızade Recep Çelebi’nin bini aşkın bestesi vardı ve sarayda cariyelere öğretirdi. Tokatlı Derviş Ömer Gülşenî yedi padişah devrinde yaşamış çok besteler yapmıştı.
IV. Murat musikiye çok düşkün idi ve segâh makamını severdi.18. Yüzyılın başında Ömer Bey, Hafız Post ve Buhurîzade Itrî Mustafa Efendi gibi üç büyük musikişinasımız yetişmiştir. Itrî, Türk musikisinin en ünlü bestelerinden “Tekbir” ve “salavat”ın sahibidir. Ayrıca pek çok eseri ile günümüze kadar etkisini devam ettirmiştir.
18. Yüzyıl musikişinaslarından kazasker Abdülbaki Efendi, Şeyh Mehmet Rıza Efendi, Ebubekir Ağa, III. Selim’in musiki hocalarından Kırımlı Hafız Kâmil ün kazanmışlardır. Sultan I. Mahmut ile III. Selim de bestekâr idiler. III. Selim “suzidilara” makamını keşfetmiş ve birçok besteler yapmıştı. Ney’de üstat idi.
19. Yüzyılda Musiki
1826 yılında Enderun’da bulunan musiki okulu kapatılmış ve yine aynı yıl, yeniçeriliğin kaldırılması sırasında “Mehter” de dağılmış, “Mızıkay-ı Hümâyûn” kurulmuştur. İtalyan Donizetti’nin başına getirildiği bu kuruluş Batı tarzında bir müzik akımı geliştirmeye çalışmıştır.
“II. Mahmud tarafından 1826’da Yeniçeri Ocağı ile birlikte Mehterhânede ilga edildikten sonra yerine Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye adıyla yeni bir teşkilât oluşturulmuştu. Buna bağlı olarak Batı’daki askerî mızıka takımı bandonun da kurulması yönünde çalışmalar başlamış ve Enderun’daki gençlerden bir boru-trampet takımı teşkil edilmişti. Bu takım, süvari borazanı VaybelimAhmed Ağa ve trampetçi Ahmed Usta tarafından çalıştırılmaktaydı. Ancak bandonun daha iyi yetişmesini temin için yabancı bir elemanın istihdamı düşünülerek İstanbul’da bulunan Fransız çalgı ustası Manguel bu iş için görevlendirildi. İki yıl kadar bu vazifeyi yürüten Manguel’den beklenen verim alınamayınca Sardinya-Piemonte Krallığı’nın İstanbul büyükelçisi MarquieGroppolo aracılığıyla ünlü opera bestecisi GaetanoDonizetti’nin ağabeyi GiuseppeDonizetti “Muzıka-yi Hümâyun ustakârı” unvanı ile İstanbul’a getirildi ve padişah tarafından kabul edilip göreve başladı (17 Eylül 1828).Ayrıca İstanbul’a gelişinden bir yıl sonra padişah için bestelediği Mahmûdiye, Abdülmecid için bestelediği Mecidiye marşlarının yanı sıra Cezayir ve Cenk marşlarıyla şöhrete ulaştı. II. Mahmud ve Abdülmecid dönemlerinde yirmi sekiz yıl Muzıka-yiHümâyun’da görev yaptıktan sonra İstanbul’da öldü (1856); orkestranın başına Callisto Guatelli getirildi.( Nuri Özcan, DİA,- Mızıkay-ı hümayun)
Musiki ile uğraşan tarikatlardan “Mevlevî-haneler” ise klasik Türk musikisinin geliştiği yerlerin başında idi. Yüzyılın ortalarında “Mehterhâne-i Hümayûn”ın yeniden geliştirilmesi ile bu kurumda müzik alanında önemli bir yer tutmuştur. 1908 yılında “Darülelhan” adı ile tamamen Batı tipi bir konservatuvar kurulmuştu.
19. Yüzyıl başında Sultan II. Mahmut, kendinden önceki III. Selim gibi bestekâr idi. Batı müziğini saraya sokmuştu. Bu bakımdan Sultan Abdülmecid, II. Abdülhamit ve bunların çocukları batı müziği öğrenmişlerdi. Piyano çalanlar, Batı musikisi tarzında beste yapanlar vardı. Sultan Abdülaziz’in öyle besteleri vardır.
19. Yüzyıldaki Türk musikisinin büyük bestekâr ve bilgini Hamamizade İsmail Dede Efendi›dir (1778-1846). O’nu takip edenlerden Dellâlzade İsmail Efendi ve Mehmet Zekai Dede’dir. Devrin diğer musikişinaslarından Hacı Arif Bey, Şevki Bey, Tanburi Cemil Beyler çok tanınmışlardır. Günümüzde hâlâ, bu musikişinaslarımızın ve bunlar gibi daha birçok bestekârlarımızın eserleri çalınıp söylenmektedir.
Dede Efendi (1778-1846)
(Hammamî-Zâde Hacı Büyük İsmail Dede Efendi: İstanbul 9-1-1778 / Mekke: 29-11-1846. 68 yıl, 10 ay,21 gün yaşamıştır.)
Sultan II. Mahmud döneminden iki hatıra: “ .. 1249 Hicret yılının Ramazan ayının ilk günü, 1834 Miladi sene Ocak ayının on birinci gününe rastlamıştı. Bu kış ramazanının bir gecesinde Hamamî-zade İsmail Dede ile arkadaşları, Topkapı Sarayı’nın arkasındaki Serdap Kasrı’nda (bu kasır Rumeli demiryolu yapılırken yıktırılmıştır) toplanmışlar, Padişah Sultan Mahmud’un huzurunda arazbar-bûselik faslı yapmışlardı. Fasıl bittikten sonra Sultan Mahmud, sazende ve hanendeleri şu sözlerle tebrik ve teşvik etmişti: (Bu gece pek tatlı bir vakid geçirdim kendimi âdeta Cennet’te sandım… Arazbar-Bûselik faslı şimdiye kadar bu derece parlak okunup çalınmamıştır ancak, Mevsim-i Nevrûz erişdi geldi eyyam-ı bahar sözleriyle başlayan kâr, Amcam Sultan Selim’in tahta çıktığı yılın baharında, Çağlayan Kasrı’na gittiği gün okunmak üzere bestelenmiş bir eser olduğundan böyle kış ortalarında okunması bana biraz mevsimsiz gibi geldi. Dedem Ferahfeza makamında bu kasr için kâr’ı ile beraber senden mükemmel bir fasıl isterim. Haydi göreyim seni Bayram ertesine kadar hazır olsun İnşallah yine burada dinlerim…”(Dr.M. Nazmi Özalp)
“Gençliğinde Yenikapı derğahında irticalen okuduğu naatlarla büyük büyük bir naathan ve saray fasıllarında emsalsiz bir hanende olarak tanınan, biraz ney de çalan Dede, iki hükümdarın büyük ilgileri sayesinde pek çok ve pek güzel eserler verebilmiştir. Eserlerinin bir kısmı, III. Selim’e ve II: Mahmud’a ithaf edilmiştir. Gördüğü iltifatlardan bir numune, Ferahfeza Ayini’nin ilk mukabelesine, padişahın gelmesidir.
Rauf Yekta şöyle anlatıyor (s.163): “1254 sene-i hicriyesievahırında Mahmud-ı Sâni’nin mizacına inhiraf târiomuş ve hastalığı (padişahın ölüm hastalığıdır.) devam etmekte bulunmuş idi. Ferahfeza Âyini bilhassa padişahın emri ile bestelenmiş olduğundan, ekserisi Dede’nin şâkirdlerinden olan hünkar müzezzinleri ile derğahın ayin-hanları tarafından müsara’atentemeşşuk edilmiş ve bestekâr-ı şehîrin son ayin olan bu şaheser-i sanatın 18 muharrem 1255 tarihine müsadif bir Çarşamba günü Beşiktaş Mevlevihanesindemutantan surette okunmasına karar verilerek, keyfiyetten bilvasıta Padişaha da malumat verilmiş idi. Mukabele günü Beşiktaş derğahı birçok meşayıh, dervişan, muhibban, musik-i şinasan ile hınça hınç dolmuş idi.
Mukabele günü Beşiktaş derğahı birçok meşayıh, dervişan, muhibban, musik-i şinasan ile hınça hınç dolmuş idi. Herkes İkinci Mahmud’un vüruduna muntazır bulunduğu sırada, dergâha bir yaver gelerek, “inhiraf-ı mizaç-ı hümayunları münasebetiyle Zat-ı Şahanenin mukabelede bulunacakları şübheli olduğunu ve ma-haza Ferahfeza Ayininin o gün herhalde okunması muktezay-ı irade-i seniyeden bulunduğunu” Başkatib Bey’den aldığı emr üzerine, Şeyh Efendiye tebliğ etti. Bu haber bittabi huzzarınmucib-i teessüfü olarak icray-ı âyiniçin sema-haneye girildi. Henüz Na’at-ı Şerif’in kıraatine başlanmış idi ki, hilaf-ı me’mul, Sultan Mahmud, dergâha geliverdi. Bu hal, huzzarın ve ez-an cümle heyet-i mutribanın şevkini arttırdı ve Ferahfeza Ayini can-ü dilden bir aşk-u şevk ile okundu. Mukabeleden sonra Padişah, Dede’yi mahfiline çağırtarak : “çok rahatsız idim, gelemeyecek idim, gayretle geldim; lakin çok isabet etmişim; Ferahfeza Ayini bana iksir-i hayat gibi te’sir etti; hamdolsun adeta iyileştim…zemininde iltifatlar ibzal etti ve o gün “niyaz-ı afiyet-i seniyye” olarak, derğahın şeyhinden itibaren bütün dervişlerine atiyeler dağıtıldı.”. (Yılmaz Öztuna, Türk Musikisi Ansiklopedisi, MEB, İst. 1969, c.1,s.304)
“19. yüzyılda Türkler arasında yetişen musikişinasların şüphesiz en ünlüsü Dede Efendi namıyla meşhur olan Hammamîzade İsmail Dede Efendidir. 1778 senesinin 12. ayının 14. günü Şehzadebaşı civarında bir evde doğmuştur. Babası Süleyman Ağa, Manastır vilayetinin Görice Valisi Bosnalı Cezzar Ahmed Paşanın mühürdarlığında bulunmuş ve daha sonra İstanbul’a gelmiş ve Şehzadebaşı’ndaki Acemoğlu hamamını satın alarak hamamcılıkla geçinmeye başlamıştır. Süleyman Ağa, İstanbul’a geldikten bir müddet sonra Rukiye isminde bir hanımla evlenmiş ve bu evlilikten Dede Efendi dünyaya gelmiştir. Doğumunun Kurban Bayramının birinci gününe tesadüf etmesi sebebiyle kendisine İsmail adı verilmiştir. Sekiz yaşına gelince Hekimoğlu Ali Paşa Camii bitişiğindeki Çamaşırcı Mektebine devama başlamış ve tahsilini orada tamamlamıştır. Bu esnada sesinin güzelliği ve özellikle mektebe başlama merasimlerindeki ilahicibaşılık vazifesi sebebiyle dikkat çekmekte idi.
Mektebin civarında konağı bulunan, asrın musiki üstatlarından Uncuzade Seyyid Mehmed Emin Efendi, İsmail’in sahip olduğu fevkalade musiki kabiliyetini bilhassa takdir ederek onu himayesine almış ve bu seçkin öğrencisine birçok nefis eser öğretmiştir.
Uncuzade Mehmed Emin Efendi, evlat gözüyle baktığı İsmail’in musiki terbiyesine dikkat ettiği kadar istikbalinin teminini de düşünmüş ve 14 yaşına geldiğinde onun başmuhasebe kalemine alınmasına tavassut etmiştir. Yedi sene kadar hem kaleme hem Uncuzade’nin derslerine devam eden İsmail, pazartesi ve perşembe günleri gittiği Yenikapı Mevlevihanesinde dergahın postnişini Şeyh Ali Nutkî Dede Efendiden musiki türlerinin inceliklerini öğrenmiş ve az vakitte pek çok ilerlemiş idi, o derece ki İsmail’in kişisel becerisine hayran olan Ali Nutkî Dede, bir gün öğrencisini takdir ederek “Oğlum! Musiki ilmi sana bir Allah vergisi… Öyle görüyorum ki geleceğin en büyük üstadı olacaksın; Cenab-ı Hak bilgini çoğaltsın!” demişti.
Musiki öğrenmek amacıyla dergâha devam eden İsmail, sonraları mukabelelere de iştirak ettikçe Mevleviliğe karşı alaka hissetmeye başladı. Alakanın günden güne sevgiye dönüştüğünü ve bu sevginin de gittikçe kuvvetlendiğini gören İsmail, nihayet içindeki arzuya karşı duramadı ve 1789 senesinde bir gün dergâha gidip doğruca Şeyh Efendinin yanına çıkarak “Efendim! Fakiriniz artık kalemi falan terk edip kabul ederseniz bugünden itibaren yüce tarikata büsbütün hizmet arzusundayım” dedi. Nutkî Dede cevaben “Oğlum! Pekala ama burası tekkedir; çilekeşlik kolay değildir. Sonra yapamazsan nafile bu işe girme; çünkü burada insan sırasına göre odun yarıcılık dahi yapar.” gibi sözlerle Mevlevi çilesinin güçlüklerinden bahsederse de yeni derviş hiçbir hizmette kusur etmemeye çalışacağına söz vererek çilekeşliğe kabulünü ısrarla istirham eder. Hâlbuki İsmail’in ailesi biricik oğullarının bu suretle derviş olmasına hiç razı değillerdir; Şeyh Efendi bundan haberdar olduğu için bu hususta öncelikle aile rızasını elde etmenin şart olduğunu söyler. Bununla beraber İsmail’in ısrarı üzerine ailesi de kabul ettiklerini Şeyh Efendiye bildirmeye mecbur olurlar. Nihayet isteğine kavuşarak şeyhi Ali Nutkî Dedenin Defter-i Dervişan’ının “Şeyhlik zamanımızda yüce dergaha çile çıkarıp derviş olmaya gelen canlar” serlevhalı kısmında yazıldığı üzere 3 Haziran 1789 tarihine rastlayan Cumartesi günü 21 yaşında olduğu hâlde Matbah-ı Mevlana hizmetine dâhil olur.
Derviş İsmail’in çileye girmesinden bir müddet sonra babası Süleyman Ağa vefat eder. İsmail, babasından kendisine kalan hamamı hemen satmak ister, annesi Rukiye Hanım buna karşı çıkmaya çalışsa da kadıncağız küçüklüğünden beri pek sevdiği ve çok nazladığı oğluna söz geçiremediğinden nihayet hamam satılarak parasıyla dergahta ‘ayin-i cem’ler, ziyafetler yapılır, hamamın parası da bu suretle suyunu çeker!
Derviş İsmail, çileye girdiğinin ikinci senesinde en nefis eserlerinden biri olan “Zülfündedir benim baht-ı siyâhım” mısraı ile başlayan meşhur buselik şarkısını bestelemiş idi. Bu şarkı hızla musiki meraklılarına aksederek herkes tarafından pek çok beğenilir. Bestekârının Yenikapı Mevlevihanesi dervişanından olduğu anlaşılınca bu derece ustaca bir şarkıyı besteleyen dervişi görmek için birçok musiki meraklısı dergaha gelip “Burada bir Derviş İsmail varmış, görmek isteriz” demeye başlarlar. Dergâhtakiler tabi ki halkın bu hücumundan memnun olmazlar. Bununla beraber şöhreti gittikçe artan ve kulaktan kulağa yayılan şarkı, bestekâr ve musikişinasların büyük hamisi III. Selim’in huzurunda okunur. Padişah, pek hoşuna giden şarkının bestekârının Saraya çağrılması hakkında emir verir. Bunun üzerine padişahın özel işleriyle ilgilenenlerden Vardakosta Ahmed Ağa –kendisi de Mevlevidir-, dergâha gelip yüce buyruğu yetiştirip müsaade isteyince Şeyh Efendi “Emirleri baş üstüne ancak kendileri çilededir, çilesi de iki seneye erişti, tarikimizin usulüne göre gece dışarıda kalamaz, rica ederim her hâlde akşam ezanından evvel dergâha dönsün.” diyerek Derviş İsmail’i Musahip Ahmed Ağaya teslim ederek Topkapı Sarayına gönderir. III. Selim, İsmail’i derhal huzuruna kabul ile birçok iltifattan sonra buselik şarkısını okutur, şarkı padişahın o derece hoşuna gider ki bir defa daha okumasını ister, sonra üçüncü defa okutur. O kadar hoşlanır ki Derviş İsmail’i ihsana gark ederek nazik muameleler ile dergâha geri gönderir.
Derviş İsmail, Saraydan çıktığı zaman akşam ezanına ancak bir saat kaldığından koşarak annesinin yol üzerinde bulunan evine uğrar, kapı açılınca “Anneciğim! Hamamı sattık da parasını tekkede dervişlere yedirdik diye bana darılmıştın; bak işte Pirim [Mevlana’yı kastediyor] bana neler ihsan etti.” diyerek hediye dolu keseyi içeri atar ve alelacele dergâha yetişir.
1799 senesi Ramazanında Derviş İsmail, 1001 günlük çile süresini tamamlayarak ‘Dede’ ünvanını almış ve dergâhın kendisine ayrılan bir ‘hücre’sine çekilmiş idi.
İsmail Dede çilesini tamamlayıp Yenikapı Mevlevihane’sinde hücrede oturanlar zümresine dâhil olduktan sonra bilhassa mukabele günlerinde, odası ondan yararlanmak için gelen musiki heveskârları ile dolmaya başlamıştı.
Bu esnada Dede Efendi, birçok eşsiz eser meydana getirmekte ve bu eserler dergâha devam eden öğrencileri vasıtasıyla İstanbul’un o tarihlerde pek renkli olan musiki toplantılarında yayılmaktaydı. Bu da namının büyük bir şöhret kazanmasına sebep olmakta idi. Dedenin eserleri birbirinden parlaktı. Özellikle Hicaz makamından meşhur “Ey çeşm-i âhûhicr ile tenhâlara saldın beni” mısraı ile başlayan ‘nakş’ını bestelemesi İstanbul musiki âlemince büyük bir olay olarak algılanmıştı, her musiki meraklısı bu yeni sanat eserini edinmeye büyük bir istek gösteriyordu.
Dedenin cidden nefis eserlerinden biri olan bu ‘nakş’ı, III. Selim’in tekrar dikkatini çekmesine vesile olmuştur. Sultan, “Zülfündedir benim baht-ı siyâhım” şarkısıyla musikideki iktidarının yüce derecelerini anladığı Dede’yi bu ‘nakş’ı icra etmek üzerine tekrar huzuruna kabul etmişve Sarayda yapılan huzur fasıllarına devamını emretmiştir. Bir müddet sonra Dede Efendi’ye ‘musahib-i şehriyarî’ ünvanı verilmiş, çok geçmeden de kendisi ‘sermüezzinlik’ vazifesine getirilmişti.
Dede Efendi, sermüezzin olduktan sonra 1801 senesi sonlarında evlenmiştir. Dede evlenince dergâhtaki hücresini terk ile Akbıyık Mahallesinde kiraladığı bir evde oturmaya başlar ve yalnız mukabele günleri dergâha gidip kendine mahsus hücrede öğrencilerine musiki öğretimiyle meşgul olmuştur.”(Rauf Yekta,age).
Dede Efendi’nin Zor Yılları
Dede Efendi’nin 1804 yılında çok sevdiği şeyhi Ali Nutkî Dede’yi kaybetmesi, onu çok etkiledi. Bu sırada ilk çocuğu, oğlu Salih de 1805 yılında öldü. Oğlu için bestelediği “Bir gonce-feminyâresi vardır ciğerimde” bayatî eseri ile oğlunun kaybından duyduğu acıyı gösterdi. 27-Temmuz-1808 de Sultan III. Selim’in şehit edilmesi Dede Efendiyi iyice sarstı. “Musahib-i şehriyâr”lığı sona erdi. Aynı yıl annesini de kaybeden Dede Efendi’nin bu yılları hüzünlü, üzüntü içinde geçen yıllardır. Ancak, Sultan III. Selim’in şehadetinden sonra padişah olan IV. Mustafa döneminde saraydan uzak olan Dede Efendi; IV. Mustafa’nın bir yıllık saltanatından sonra padişah olan II. Mahmud döneminde 1812 yılında tekrar saraya döner ve “musahib-i şehriyari olur. Ayrıca Osmanlı sarayının yüksek görevlerinden olan müezzinbaşılığa da geri döner. Kendini çok takdir eden padişah, yalnız devlet adamlarına verilen bir nişanı bizzat takmış, Ahırkapı’da bir konak ”ihsan” etmişti.
Mevlevihane’deki Çalışmalarına da Devam Etmektedir “Pazartesi ve perşembeleri düzenli olarak dergâha devam eder ve Mevlevihane’de âyin-i şerif okurdu. Rivayete göre naathanlık görevini de Dede Efendi yerine getirirmiş. Hatta her mukabelede okunacak âyin-i şerif hangi makamdan ise Dede Efendi, Itrî’nin rast makamındaki meşhur naatını, âyinin bestelenmiş olduğu makama göre birden bire değiştirerek okurmuş ki bundaki güçlüğü başarabilmek için musiki ilminde ne derecelere kadar bilgiye sahip olmak lazım geldiğini musiki bilenler takdir eder.
Dede Efendi, o tarihlere kadar belirlenmiş 48 birkaç makamdan bestelenmiş olan ayinlerin sayısını yeterli bulmuyor ve daha birçok güzel makamlar bulunduğundan o makamlardan da birer ayin bestelemeyi istiyordu. Dede, bu arzusunu bir gün Şeyh Receb Hüseyin Hüsni Dedeye açmış ve beklediğinden fazla teşvik görmüştür. Şeyhinin bu teşviki üzerine derhal Sabâ makamından bir ayin besteleyerek 18 Şubat 1824’te Yenikapı Mevlevihane’sinde okumuştur.”(Rauf Yekta, age)
Dede Efendi, Sultan II. Mahmud’un 31 yıllık iktidarı boyunca, devrin en meşhur ve başarılı bestekârı olarak yaşadı. Pek çok bestesini bu dönemde yaptı. Sultan II. Mahmud’un 1839 yılında ölümünden sonra tahta onun 17 yaşındaki oğlu Sultan Abdülmecid geçti. Sultan Abdülmecid, Batı musikisi öğrenmiş, onunla yetişmişti. Türk musikisi ile bağı zayıftı. Ancak babasının sevdiği Dede Efendiyi sarayda korudu, hürmet etti.
“Dede Efendi, 500’den fazla eser bestelemiştir. Bugün elimizde bulunanlar 268 tanedir. Bunların başında 7 Mevlevi ayini gelir. 15 yıl içinde bestelenen bu yedi ayinin ilk altısı Yenikapı, sonuncusu (Ferah-feza) Beşiktaş Mevlevihanelerinde ilk defa okunmuştur. Hepsi II. Mahmud zamanında yapılmıştı. Dede’nin elimizdeki eserleri 69 makamdandır: 13 besteniğâr, 13 rast, 12 hicâz, 11 hüzzam, 9 bayatî, 9 ferahfeza, 9 şehnaz, 8 muhayyer, 8 nevâ, 7 arazbar, 7 hicaz-buselik, 7 sebâ, 6 evc, 6 ferahnâk, 6 ırak, 6 seba buselik, 5 buselik… Elimizdeki 268 parça şu şekillerde sınıflandırılabilir:50 dinî, 218 din dışı…” (Yılmaz Öztuna,age.s.304).
“Dede, pek çok talebeye meşk etmiş ve musiki öğretmiştir. Talebesinin en değerlisi, Dede’nin en çok üzerinde durduğu Dellalzade İsmail Efendidir. Dede’den 19 yaş genç olan Dellalzade, Dede’den sonra gelen klasik bestekârların en büyüğüdür. Eyyübi Mehmet Bey de tarafından yetiştirilmiştir. Sezai Dede de öyle. Dede’nin eserleri Zekai Dede’nin, Dr. Suphi Ezgi, A. Irsoy ve diğer talebesi vasıtasıyla de devrimize gelmiş ve notaya alınmıştır. Dede’nin eserlerini tamamen öğrenip öğretenler arasında Çilingirzâde Ahmet Ağa ile Mutafzâde Ahmet efendi ve Yağlıkçızade Ahmet Efendi de vardır. Dede’nin diğer talebesi arasında Haşim Bey. Hacı Arif Bey, Niğoğos, Behlül Efendi, Azmi Dede, Hafız Hamdi efendi, Yeniköylü Hasan Efendi torunu Rifat Bey üstad müzisyenlerdir.”(Yılmaz Öztuna, age,s.304.)
O yıl Mekke’de kolera salgını vardı. Mekke’de bu hastalığa yakalanan Dede Efendi, Hac ”farizesi”ni yerine getirdikten sonra Miladî30// Teşrin-i sani (Kasım) 1846; (Hicri: 11 zilhicce, pazartesi, 1262) Mina’da, Kurban Bayramı’nın birinci günü, öğrencisi Mutafzâde’nin kolları arasında, hayata gözlerini kapadı. Cenazesi Dede’nin ölümü İstanbul’da olduğu kadar bütün İslâm dünyasında da derin bir üzüntü yarattı.
Mekke’de Hazret-i Hatice’nin ayakucuna defnedilen Dede Efendinin kabri, bugün maalesef kayıptır.