
İSTİTRAT
Ünlü şair ve sufi Hasan Kaimî Baba’nın izinde Zivornik’e doğru yol alıyoruz. Zivornik, Drina nehrine nazar ediyor… Daha doğrusu Drina şehri ikiye bölmüş, bir taraf Bosna’ya ait, öte taraf Sırbistan.
Şehrin içinden Kulagrad’a döndüğümüzde, Manisa’lı Türkmenler mi bu şehri kurdu diye aklımdan geçmiyor değil. Manisa Kula ile Kulagrad arasında bir alaka olmalı; yoksa isim bu kadar benzer mi? Zaten adım başı Anadolu’dan izler görüyoruz.
Hasan Kaimî Baba’yı nihayet buluyoruz… Büyük bir Osmanlı mezarı; mezar taşlarındaki kimi kitabeler bilinçli yahut bilinçsiz olarak tahrip edilmiş veya silinmiş olsa da kendini ele veren işaretlere sahip. Zaten kaç gündür, hep mezar taşlarıyla hemhalim. Nereye uğrasam, bir kitabe arıyorum. Bir iz, bir işaret.
Kulagrad mezarlığı hayli büyük; ama eski mezarlar çok da fazla değil. Belli ki zaman içinde tahrip olan veya kaybolan mezarların üzerine yenileri defnedilmiş. Türbedarı beklerken etrafta incelemeler yapıyor, okunacak taş arıyoruz. Lakin başta Kaimî Baba’nın olmak üzere, tüm mezar taşları silinmiş, bir iki tanesinde tarih, bir kaçında da bezemeler ve semboller kalmış.
Nihayet türbedar geliyor, içeri giriyoruz… Halleşiyoruz Kaimî Baba’yla. Orada bırakılmış birkaç kitaba nazar ediyoruz.
Sonra, eski şehrin, Kulagrad’ın kalesine doğru yola revan oluyoruz. Kale türbeye oldukça yakın. Vakit de tam kaleden Drina’ya nazar edecek zaman, gün batımı… Gün batımında renk cümbüşü; lacivert ve yer yer koyu kırmızı.
Burası bir Osmanlı kalesi… Zamana karşı direnmiş, ama neylersin, dayanamıyor taşlar bile hoyratlığına insanların. Kimi bölümler yıkılmış, bakımsız kalmış. Ama hala o ihtişamıyla, öyle oracıkta duruyor. Adeta zamana meydan okuyor
Sahi, burası neden yıkılmaya terk edildi? Dubrovnik kalesi için değerli değil mi? Kalesi ve denizi… Travnik ve Poçitel. Buraya bir el uzanmalı; o heybetli tarih yeniden eski ihtişamına bürünmeli.

Kalenin burçlarından Drina’yı seyrederken, nehrin ışıkları bana bunları söyletiyor. Burada, diyorum, kim bilir Hasan Kaimî Baba nice seyrana çıktı… Nice şiirler yazdı. Nice şarkılar dinledi. Kim bilir; buradan nice güzeller baktı. Nice aşıklar…
Mekan insanı alıp zaman ötesine götürüyor… Hele içinde yaşanılan zaman biraz lacivert ve biraz koyu kızıl ise; zıtların cemi. Tezatlar içinde zamanı aşıyorsunuz. Tayy-ı zaman bu mudur; bilemem ama, sanki işte şuracıktan çıkıverecekmiş gibi Kaimî Baba.
Fakat bir den memlekete gidiyorum… Oracıkta, Sivas’a kanatlanıyorum. Sivas’ın kalesini, ne haçlılar ne de Timur yıktı. Kırklı yılların akl-ı evvel bir belediye başkanı, güya şehri yenilemek adına o kaleyi yıkıverdi. Hem de hızını alamadı, içindeki o güzelim konakları da hurdaya gönderdi.
Peki, ne oldu? Şehir yenilendi mi? Çağdaş bir şehir yarattı mı belediye başkanı?
Nereye gidersem gideyim, yanımda hep memleketi taşıyorum. Kaleli şehirlerde, çapsız siyasetçilerin kırklı yıllarda memleketime yaptıkları tahribatı hatırlıyorum. Sadece kırklı yıllar mı? Hadi siyaset yapmayayım, diyeceğim, ama bilen biliyor… Bir zihniyet var, şehirleri modern kentlere dönüştürürken tarihinden koparıp soysuzlaştırmayı maalesef çok iyi beceriyor.
Kalesi yıkılan şehir soysuzdur… Soysuzlaşmıştır. Dünyayı görmeden, dünyaya nizam verenler tarihimizi tahrip ederek yarınımızı da elimizden aldılar
Gördüğüm şehirlerde kalelerin, o şehrin gerdanı olduğunu fark ediyorum. Zivornik’te, Kulagrad kalesinde gerdanlık dağılmış; toplamak mümkün. Lakin memleketimde, Sivas’ta o gerdanlığı acımasız bir yobaz, kıskanmış ve koparıp atmış.
Dönüp Hasan Kaimî’ye, “bizim orada kalenin burcundan bakıp Abdurrahman Gazi’ye nazar eden yiğitler varmış” diyorum… Ama nafile, sanki bir masal anlatıyorum.